Kıyametin kopmasından başka bir kurtuluş olmadığını düşünen milyonlarca kişi 21 Aralık’ı yarı korku yarı coşkuyla bekledi. Hayat karşısında kendimizi ne kadar güçsüz, hayatımızı yöneten yetkilileri ne kadar adaletsiz görüyorsak, Maya takvimindeki (veya başka inanç sistemlerindeki) kıyamet gününün bize yaklaştığına o kadar inanıyoruz. Yeryüzünün bizim dışımızdaki etkenler (uzaydan gelen bir başka gezegenin dünyaya çarpması gibi) olmadıkça başka türlü  düzelmeyeceğini düşünüyor, dışarıdan yardım çağırıyoruz.

Kıyameti (bir tür ‘ordu müdahalesi’ gibi) yıkıcı ama temizleyici olarak görenler bu kıyamet kopmadığında kopacak başka bir kıyametin bekleyişi içine giriyorlar. Astronomi bilginlerinin ‘gezegen mezegen çarpacağı yok’ açıklamaları ise büyük devletlerin bizden bilgi saklamaları teorisi ile geçersizleştiriliyor.

Kıyametin günüyle saatiyle beklenen bir ‘felaket’ olmasının müthiş bir rahatlatıcılığı var. Ne olacağını bilmeksizin uzayıp giden belirsiz bir bekleyişin korkunçluğu, kesinlikle korkunç bir olayın ne zaman olacağının belli olmasından çok daha kötü.
Kesinliği belirsizliğe tercih eden insan zihni kötü de olsa 'gerçeği' bilmek istiyor. Kesin olarak sunulanı gerçek olarak kabul etmeye hazır.

Maya takvimi kıyameti yaygarasını koparanlara kıyametin çoktan koptuğunu, yaşadığımız dünyanın ise cehennemin ta kendisi olduğunu söyleyen düşünürler ise ‘bozguncu kötümser’ olarak ilan ediliyor.  Oysa, oran olarak çok azımızın insanca yaşayabildiği bu dünyanın bir sonu olmasa bile, kendileri için dünyada bir sona gelmiş hissinde olan milyonlarca insana ne umut verebilir? Çektikleri acılara neyin hayalini kurarak dayanabilirler? Kıyamet de olmazsa, nasıl kurtulacaklar?

 

Biz katil olamayız, katil onlar

Newtown’a kıyamet erken geldi. Çoğu küçük çocuk onlarca kişinin öldüğü olaya katliam demek abartı olmaz. Olayın acısını yaşayan anne-babaların sorduğu ‘neden?’ sorusuna topluca yanıt aradık.  Silahların bu kadar kolay erişilebilirliğinin (katilin annesinin 3 silahı vardı) cinayetleri mümkün kıldığını söyleyen (bir çok sağcı için bildik ve geçersiz) açıklamaların hemen ardından katilin aslında Asperger sendromu olarak tanılanmış bir hastalığı olduğu bilgisi gazetecilerin müthiş ilgisini çekti.

Asperger sendromu, otizme benzer biçimde sosyal ilişki kurma becerilerinin ve sosyal ilişkileri destekleyici iletişimin ciddi biçimde bozulduğu, ancak zekanın korunduğu, toplumda ise daha ziyade tuhaf takıntılı bilgileri kullanmaksızın sadece depolama yanıyla tanınan bir problem. Beyin gelişimindeki genetik kaynaklı aksaklığa bağlanan bir sosyal ve duygusal gelişim kusuru. Asperger sendromlu ve otizmli çocukların ve gençlerin planlanmış şiddet gerçekleştirmelerini neredeyse imkansız hale getiren gelişim kusurlarını bir yana koyalım; bu çocuklar toplumsal hayatın içinde başkalarının şiddetine çok sık olarak hedef oluyorlar. Buna rağmen öfkeleri bir kin’e dönüşmediğinden ötürü başkasına zarar verici olabilecek davranış daha ziyade o anla sınırlı kalıyor.

Oysa, katliam gerçekleştirenlerin özellikleri arasında kindar olma, kin tutma var. Geçmişinde bir biçimde incitilmiş olmanın sağladığı bir haklılık mitolojisiyle desteklenen her şeyi kendine hak bilen kindarlık öfkenin intikamcı eyleme dönüşmesinde rol oynuyor. Bu açıklama son olay için ne kadar geçerli, belirsiz. Ancak olayın sorumlusu olarak katilin hastalığının ilan edilmesi, otizm ve Asperger sendromunun durumla ilişkisinin kolayca kurulması ve kabullenilmesi, toplumda bu ve benzer sorunları olan insanlara karşı hissedilen duyguları tekrar ele aldırtıyor.

 

Stigmatizasyon (dışlama amaçlı etiketleme diye özetleyeyim) hemen kendini gösterip, ‘insanlık dışı’ eylemle farklı olanı ilişkilendiriyor. Farklı olan, bu sefer otizmli/Asperger’li, ama her zaman bir kusuru, eksiği olan. Üstelik bu ‘kusur’ solcu, dinsiz vb gibi tercihlerin sonucunda ortaya çıkan cinsten değil; genellikle doğuştan gelen, yapısal bir özellik. Hastalıklar, ırk, görünüş, cinsiyet gibi değiştirilemez ve kişinin kendi kontrolunda olmayan özellikler, herhangi bir vesile ile insanlık dışı eylemden sorumlu kılınıyor. Yanyana gelmeleri yeterli.

Stigmatizasyon toplumun geri kalanı için bir arınma işlevi görüp rahatlatıyor: Böyle kötü olayları sen, ben gibi insanlar değil ancak deliler, hastalar, Aspergerliler/otizmliler yapar. Bir sonraki adım, ‘onlar insan değil’ olacaktır. Bizim gibi akıl sahibi kişilerin ‘hayatta yapmayacağı’ her türlü kötülüğü yapanları bir kere belirleyip saptadık mı toplumu nasıl temiz tutacağımız, kötülüklerden nasıl arındıracağımız belli olur. Etiketleme, insanlığı bozanları kolayca anlamamızı, hedefi görebilmemizi sağlar. Böylece korkunç cinayetleri işleyebileceğimizi, her türlü kötülüğü yapabileceğimizi unutur, ruh sağlığı bozulmuş insanların ‘sağlıklı’larla kıyaslanmayacak denli düşük düzeyde öldürme ve benzeri saldırgan eylemlere girmelerini gözardı ederiz. Biz yapmayız, biz yapmış olamayız. Stigmatizasyon aynı zamanda bir yadsıma, bir kabullenememe aracı olur.

Stigmatizasyon’a nasıl karşı koyabiliriz? Hastalık ya da bozukluk kelimelerinden bile bu kadar rahatsız olurken, eksik ya da kusurlu olmak bu denli utandırıcıyken, kusurumuz yok farklıyız deyip farklılıklara saygı beklemek yerine ‘evet, hepimiz kusurluyuz, eksiğiz, ruh hastasıyız’ desek ne olur?

Prof. Dr., Yale Child Study Center