Dünyanın tüm yalanları, uzun zamandır güçlendirdiği egemenliğini yakında iyice büyütüp pekiştirip, sabahların, sevgilerin, dostlukların, kadim değerlerin ve gerçeklerin yerini alacak. Niye? İnsan kendine inanmıyor çünkü

Dünyanın tüm yalanları

Yalan dünya, dünya yalan, her şey yalan. Yalanın gerçeği galiba asıl geçerli olan. Yalan da olsa bir gerçeklik istiyor. Yalana inanmak da bir gerçeklik biçimi sanki. Yalana gerçekten inanıyor muyuz yoksa yalana inanmak, onu gerçek bellemek, onda bir gerçeklik bulmak daha mı kolayımıza geliyor? Belki de inanılmayacak kadar gerçek ya da yılın deyimiyle gerçekötesi görüntüler, olaylar, haller, haberlerdir, yalanın gerçekliğine sığınmamıza yol açan. Cesedi kıyıya vuran mülteci bebek, IŞİD’in yaktığı gencecik askerler, ki onlar da çocuk sayılır daha, yılbaşında eğlenen insanları gözünü kırpmadan tarayan ve ‘yine yaparım’ diyen yaratık, kedilere, köpeklere işkence yapıp öldüren cani, yüzlerce insanı çürük teknelerle Ege Denizi'ne ve başka denizlere salan ve onların boğulmasına göz yuman kaçakçı ve elbette bütün bunlara neden olan, destek olan, dahli olan savaş ve suçluları...

“Dünyanın Tüm Sabahları”, sanatta şöhreti değil, şiiri arayan bir müzik dehasının, besteci ve viyolacı Saint-Colombe’un yaşamından bir kesit sunan bir başyapıt. Ünlü Fransız romancı Pascal Quignard’ın en popüler romanından uyarlanan filmde, müziğin ve sanatın kimin için yapılması gerektiği tartışılıyor. Alain Corneau’nun 1991’de çektiği ve ‘acıyla gölgenin yan yana geldiği’ “Dünyanın Tüm Sabahları” filmi, ‘sanatsal yaratının mistik derinliği’ne inanan ve bunu dünyevi olana karşı koruyan, savunan bir film. Müziğin, derinliğin kutsandığı ve arayışın sürekli olduğuna ilişkin sıkı ve hoş bir film olarak kalacak belleğimizde ve geleceği düşlediğimizde, yani her zaman. Kalbimizde, kulaklarımızda ve damağımızda kalacağını ise söylemiyorum bile.

Fakat ne yazık ki, bir tarafta “Dünyanın Tüm Sabahları” var, oradaki varoluşsal, insani, sanatsal, yaşamsal, mistik derin kaygılar var, ki bunlar insanı insan, hayatı hayat, dünyayı dünya yapan şeyler, bir taraftaysa, ‘sabah mı o da ne?’ diyebilecek kadar kendini doğadan, insandan, yaşamdan uzaklaştırmış, varlığını tümüyle güç üzerine kurmuş, otorite üzerine odaklanmış, kendi geleceğini bir toplumun ya da bir toplumun geleceğini kendi geleceği olarak belirlemiş bir fikrin tahakkümü var. Bu tahakkümün besin kaynağı, hatta varlık kaynağı olarak var ettiği, sürdürdüğü ‘dünyanın tüm yalanları’ var!

Dünyanın tüm yalanları, uzun zamandır güçlendirdiği egemenliğini yakında iyice büyütüp pekiştirip, sabahların, sevgilerin, dostlukların, kadim değerlerin ve gerçeklerin yerini alacak. Niye? İnsan kendine inanmıyor çünkü, kendisini inanılacak bir varlık olarak mı görmüyor ona değer mi bulmuyor yoksa bunun yaşamında bir değişikliğe yol açmayacağını, yani bundan bir çıkarı olmayacağını düşündüğü için mi inanmıyor, bilmiyorum.

İnsan kendine inanmıyor, insanı kendisine bir başkasının, bir aracının inandırması gerekiyor. ‘İnan bana’ diyor o bir başkası, kendini elçi sayan ve sanan aracı, ‘inan bana, ben senin için varım, senin kendine inanman için’ diyor. Kendisine inanmak için önce bir başkasına inanmaya koşullandırılmış çağın insanı bu. Ona benzeyen insan ne kadar çoksa, o kadar rahat ediyor, o kadar çok inanıyor ve o kadar çok düşman oluyor başkasına. Birlikte güçleniyorlar böylece kendilerine benzeyen insanlarla, ortaklık kuruyorlar, egemenlik bir şirket oluyor, güç bir kurum ve otorite bir zincir.

İnanmak, inandırıcı olmak diye bir sorun yok artık. Aslolan birinin sizi inandırması, inandırılmak. Kendi varlığını algılayamayan, gerçekliğinin farkına varamayan çoğunluğa bu bir ‘inanç boşluğu’ biçiminde tercüme edildi ya da onun en kolay kavrayabileceği haliyle, inanca dair bir boşluk olarak sunuldu. Bir hayal gibi, bir gölge gibi, var-yok, olsa da olur olmasa da herhangi bir canlı gibi görüyordu insan kendini. Şimdi boşluk diye bir şey kalmadı. İnsan kendisine inanmıyor, inandırılıyor çünkü. İnanamayacağı kadar inandırılıyor üstelik. Kimin hoşuna gitmez ki badem gözlü, sırma saçlı olmak? Ezelden beri demokrat, canını bile verecek kadar fedakar, yüce mi yüce bir tolerans sahibi, komşusu açken asla tok yatmayan, kadınları başının tacı yapan, insan hakları deyince dünyaya örnek olan, çevresine saygılı, yaradılana sevgili insanlardan oluşan bir toplum. Daha ne olsun? Kendine inanmasan da olur, birbirinize inanıyorsunuz ya bu yeter, olmazsa inandırılırsınız!

Galiba böylece ‘boşluk’ diye bir şey de kalmadı, ki ne sıkıcı! Boşluk olmazsa nasıl dolacağız peki? İnsanı kendine fena halde inandırma çabası ortada boşluk diye bir şey de bırakmamışa benziyor ki, doğrusu bu daha da fena! Boşluk kalmayınca düşünecek bir şey de kalmıyor. Böylece aklın tok, ruhun pek yaşayıp gidiyorsun. Aklın doymuşsa ya da dolmuşsa bu yeterli, Hele ruhun hele ruhun! Sanki işgal edilmiş gibi çocukluğun. Edilmedi mi? Çocukluğumuz, asıl yurdumuz, anayurdumuz işgal altında değil mi? İşgalcilere bak, seslerinin gölgesi bile yetiyor insana. Bir insanın sesinin gölgesi bile karanlıksa, öyleyse çocukluğumuz üşür, ürperir, örselenir. O zaman “Dünyanın Tüm Sabahları”ndaki müziğin, insanın, doğanın özüne davet, dünyanın tüm yalanlarındaki kabalığa, hoyratlığa, pişkinliğe, sıradanlığa yenik düşer. Ve yalnızca ‘yalanın gerçeği’, yani ‘yeni gerçeklik biçimi’ egemen olur. İnsan kendine inanmaz, ancak bir başkası inandırırsa insan kendine inanmış olur. Gerçekteyse o herkesin bir kişiye, yalnızca kendisine inanmasını isteyen ve bunu sağlayan kişiden başkası da değildir.

Bir kitap okuyorum, David Shields’in yazdığı Gerçeklik Açlığı: Bir Manifesto(Çev:Beril Tüccarbaşıoğlu Uğur, Everest Yayınları Aralık 2016). Arkakapağındaki tanıtım yazısından kısa bir bölüm alırsak, nasıl bir ‘manifesto’ olduğunu daha iyi görürüz: “Gerçeklik Açlığı, sınırlara meydan okuyarak başka yazarlara ait alıntılardan, aforizmalardan, anektodlardan serbestçe ‘faydalanan’, okurları hakikilik, özgünlük ve yaratıcılığa dair geleneksel fikirler üzerine yeniden düşünmeleri için kışkırtan çarpıcı bir manifesto.”

Sözünü de tutan bir kitap Gerçeklik Açlığı, ve A’dan Z’ye, ya da ‘uvertür’den ‘gerçeklik’e, ‘kolaj’dan ‘risk’e pek çok yazarın, siyasetçinin, gazetecinin alıntılarıyla doyuruyor okuru. Konumuzla ilgili 253 numaralı alıntı kitabın “Gerçeğe dayanan toplum” bölümünde yer alıyor: “Sizin gibi insanlar bizim gerçeğe dayanan toplum dediğimiz şeyin içinde yaşıyor. Siz çözümlere gözle görülebilir gerçekler üzerinde akla yatkın çalışmalar yaparak ulaşılabileceğine inanıyorsunuz. Ama artık dünyanın düzeni böyle işlemiyor. Biz artık bir imparatorluğuz ve harekete geçtiğimizde kendi gerçekliğimizi yaratıyoruz. Ve siz o gerçeklik üzerinde çalışırken(yine akla yatkın bir şekilde), biz bir kez daha harekete geçip üzerinde çalışabileceğimiz yeni gerçeklikler yaratacağız. Biz tarihin oyuncularıyız ve siz-hepiniz-yalnızca bizim yaptıklarımızı çalışmaya mahkümsunuz.” (agy. s.120)

Kim söylemiş olabilir? Ne önemi var? Evrensel yalan imparatorluğunun sürdürücülerinden, araçlarından biri. Orada ve burada, şimdi ve yarın, yeni gerçek olarak yalan. “Bush yönetiminde, Beyaz Saray’daki yardımcılarından biri” söylemiş, doğru söylememiş mi, evrensel korku imparatorluğu yeni yalanlar üretiyor sürekli ve boşluğu dolduruyor. Kitlelere de buna inanmak kalıyor, başkasına inanmak kendine inanmaktan daha iyi ve inandırıcı oluyor sonuçta. “Dünyanın Tüm Sabahları”yla dünyanın tüm yalanları arasındaki uçurum da giderek büyüyor işte.