Sanatçı Kesal ve Yazar Bilgici arasında geçen nehir söyleşi, oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle, yazarlığıyla kültleşmiş bir sanat insanını çok daha iyi keşfetmemizi sağlıyor. Anlattıkları, tıpkı yazdıkları, gösterdikleri gibi duyumsanmayı fazlasıyla hak ediyor.

Dünyaya aşkla bakmak...

İbrahim Karaoğlu

Kırmızı taşlardan yapılmış Mağribi sarayların ve kalelerin görkemiyle yeni bir güne uyanıyordu Granada. Güz, Sierra Nevada Dağlarından aşağılara doğru çoktan inmiş ama yazdan kalma bir gün yaşanıyordu. Eski zaman gölgelerinin, izlerinin içinden geçip, beyaz badanalı, avlulu evlerin arasındaki Arnavut kaldırımlı dar sokaklardan yukarıya, Albaicin Tepesi’ne doğru tırmandıkça, tarih şeridinin işaretleri, kronolojisi bozuluyordu sanki. Farklı dillerin, dinlerin, kimliklerin birbirine karıştığı bu hafıza mekânı tüm zamanları içinde tutuyor, duyumsatıyor…


Bu kadim, egzotik şehirde çok kısaydı konukluğum. Tepedeki seyirden sonra, dar sokaklardan birindeki küçük bir kafede, demleme kahve molası verip; yeryüzünü şiirleriyle, oyunlarıyla, müziğiyle, resimleriyle doldurup büyülemiş, milyonlarca insanın gönlüne dokunmuş; İspanya İç Savaşı’nın başlarında, bu şehirde kurşuna dizilmiş; yaşadığı yüzyılın en büyük şairlerinden biri olan Lorca’nın izini sürmek istiyordum.

Dolambaçlı sokaklardan çıkıp, Federico Garcia Lorca Parkı’na gittim; Lorca’nın müze evine. Öldürülmeden önce yaşadığı son yer. Uzun, ince iki binadan oluşmuş. Soldaki binanın önünde duran koca ceviz ağacı eve doğru bükmüş boynunu. Yaşlı bir limon ağacı var kapının eşiğinde. Güz solgunu bir asma duruyor yan tarafta. Bembeyaz duvarlara tırmanan yalancı yaseminler saf, duru ve masum duruşlarıyla, derin bir iç çekerek bakıyorlar sanki bahçeye. Nar ağaçlarındaki tek tük çiçekler en kanayan renkleriyle duruyorlar öyle. Önce, güz bahçesinde dolaştım Lorca’nın. Sonra, evinin gezdim. İçi dışı beyaz. Her şey beyazda almış rengini. Perdeler, porselen tabaklar, fincanlar, seramikler hepsi bembeyaz… Kocaman siyah bir piyano var o beyazlığın içinde. Ve konsoldaki dantelli örtünün üzerinde, en mahzun haliyle duruyor eski, yarım salon gramofonu. Dünyalara sığmamış bir büyük yalnızlığın bembeyaz sükûtunu çalıyor durmadan. Ece Ayhan’ın dizeleri dökülüyor sanki odanın orta yerine; “O sahibinin sesi gramofonlarda çalınan şey/incecik melankolisiymiş yalnızlığının”. Pek çok yapıtını bu evde oluşturmuş. Besteler yapmış, resimler çizmiş, oyunlar ve şiirler yazmış. Her birinden örnekler var evin bir yerlerinde. Minimal bir auranın içinde her şey; süssüz, yalın. Yağlıboya resimleri, desenleri, illüstrasyonları sıra sıra asılı duvarlarda. Resimlerindeki çingeneler, melekler, denizciler, azizler ve haydutlar hüzünlü ifadelerle bakıyor gözlerimize. Kimliğinin gizemini ve ikonografisini yansıtan resimleri, dünyaya çocukluğunun gözüyle bakarak çizmiş; lirik, dramatik ve sürrealist; içine çekiyor izleyenleri.

Çok özel sergiler de açılıyor müzede. İçerde, yazdığı ilk oyunuyla “Garcia Lorca Ödülü” almış şair ve ressam Joaquín Lobato’nun sergisi devam ediyordu. Yirmi yedi yıl önce, Lorca ve Dali’nin yaklaşık yüz yıllık düşü olan “çürüme” konseptli projelerinin sergisi yapılmış. 1925’li yıllarda, entellektüeller arasında en çok sorgulan toplumsal çürümeyi sorgulayan bir sergi. On beş yıl önce de, “Arthur Rimbaud’nun Hayatı ve Yaptıkları” sergisi açılmış. Fotoğraflar çizimler, portreler, el yazmaları, kitaplarının ilk baskıları, belgeler ve kişisel nesnelerin yanı sıra zaman çizelgeleri ve duvar metinlerinden oluşan bir seçkiyle, hayatı ve eserleri arasındaki yolculuğu sunmuşlar. Çok özel, görsellerle dolu kitaplarını gördüm bu sergilerin. İçinde dolaştım bu kitapların…

dunyaya-askla-bakmak-1107900-1.



Ercan Kesal ve Yenal Bilgici’nin, insanın insana yolculuğu bağlamında gerçekleştirdikleri uzun, soluklu söyleşinin kitabı “Cebimdeki Ekmek Kırıntıları”nı okurken aklıma düştü Federico Garcia Lorca. Kesal’ın, sanatın içindeki çok yönlü yaratıcı duruşu (yazar, senarist, oyuncu, yönetmen) ile Lorca’nın yaratıcılığındaki çeşitlilik (şair, oyun yazarı, besteci, ressam) çok benziyor birbirine: İkisi de total sanatçı. Lorca’da müzik ve resim de var ama Kesal, sözcüklerden hiç yoksun olmayan bir sanat yaratarak sürdürüyor edimlerini. Yaklaşık kırk yıl önce, Nusret Hızır Hocanın bir yazısından öğrenmiştim “total insan/tam insan” kavramını. “Total insan kültür çevresinin bütün elemanlarından etkilenen, fakat aynı zamanda onları etkileyen ve böylece kendini ve çevresini değiştiren -yani çevresiyle diyalektik bir alışverişte bulunan- insandır.” söylemini unutmadım hiç. Lorca’nın Granada’daki evini gezerken anımsamıştım bu kavramı, İspanya dönüşü sonrası da Kesal’ın kitabını okumaya başladığımda yeniden anımsadım. Ve “total insan” değerleri üzerinden yaratıcılıklarını çoğaltan, çeşitlendiren sanatçılar da “total sanatçı” bana göre. Buradaki “tam olma” halini, yaratıcılığın farklı boyutlarında kendini deneyerek edinilmiş bir “tam olma” halinin bütünselliği olarak da düşünüyorum. Lorca’nın evinde açılan Arthur Rimbaud sergisinin kitabında gördüklerimi de anımsattı, çağrıştırdı bu “yolculuk” kitabı. Çünkü yazar Bilgici, Kesal’ın Arthur Rimbaud’dan referansla içselleştirdiği aforizmayı, “Ben bir başkasıdır” söylemini sorgulayarak başlıyor söyleşiye ve daha ilk bölümde kitabın zembereğini kuruyor bu soru ve Kesal’ın yanıtı.

Sanatında, geldiği yerden, dönüp geriye bakıyor; kendine giden yolların zaman coğrafyasını ve yolculuklarını derin bir bilgelik üzerinden anlatıyor Kesal. Onu okurken, Hermann Hesse’nin en kült romanlarından biri olan Dermian’daki aforizmasını duyumsuyoruz; “Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır” sözlerini. Anlatısını, onu kendine götüren yolun varyantları, engebeleri ve hiç ıssızlığa çekilmeden, hep derinden deneyimleyerek algıladığı göstergelerle sunuyor. Sezgilerini, duyarlılığını, yaratıcı gücünü etkileyen, farklılaştıran etmenlerin yarattıklarını özgünleştiren boyutunu bunlarla teyit ediyor. Ruh hallerimizin ortak paydasındaki farklı sekansları çözümleyip; “yalından karmaşık olana, zorunludan olasıya, ilkeden onun uygulanmasına… nedenden etkiye” giden düşünme biçimlerini sunuyor. Birbirinden farklı, birbiriyle iç içe bölümlerden oluşuyor kitap.

Her bölümdeki yanıtları okurken; iyi hocalar, iyi ustalar, iyi dostlar, iyi rastlantılar, iyi zorunluluklar; bile isteye gerçekleştirdiği buluşmalar, denetlediği ve denetleyemediği süreçlerden edindiği payların yaşantısına iyi bir şans olarak katılması; “Yaşamımın keskin dönemeçlerinde, yolumun beni iyiye ve güzele götüren insanlarla kesişmesi gibi büyük bir şansım oldu. Hiç kimse benden daha talihli olamaz” diyen ustası Akira Kurosawa’yı anımsatıyor.
Hayatını sorumluluk ve feda duygusuyla, kültür ve sanatın parantezinde ve erişebildiği tüm boyutlarda; gönülden gönüle yolculuk ederek, çoğaltarak yaşayan; hayatın akışını hayalleriyle, tutkularıyla yönlendiren bir sanat ustasının samimi anlatıları “Cebimde Ekmek Kırıntıları”. İçindeki sanatçıyı bulma yolculuğu. Çıkışsız labirentlerde dolandırmıyor bizi. Bin pencereli bir odadan dünyaya ve kendi içimize baktırıyor. En mütevazı, en anlaşılır bir kültürel sunumla anlatıyor yolculuğunu. Bizi de uzun, uzak bir yolculuğa çağırıyor; kendi içimizde başlayıp, kendimizi dolanarak devam edecek; hayatımızın akışını sorgulayacağımız, kendimiz kalarak değişip dönüşebileceğimiz, sezgilerimizi çoğaltan yolculuklara…

Sanatçı Kesal ve yazar Bilgici arasında geçen nehir söyleşi, oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle, yazarlığıyla kültleşmiş bir sanat insanını çok daha iyi keşfetmemizi sağlıyor. Anlattıkları, tıpkı yazdıkları, gösterdikleri gibi duyumsanmayı fazlasıyla hak ediyor. Çünkü “durup ince şeyler üzerine” düşünmeyi, kendimizi gerçekleştirme tutkusunun inceliklerini, yol bulmayı, kendimize olan saygımızı sorumlulukla tanımlamayı, öykünmeden özgün yaşama pratikleri bulmayı, kendimize ve hayata güvenmeyi, dünyaya aşkla bakmayı armağan ediyor. Yeni yılda başucunuzda olsun. Dostlarınızla paylaşarak çoğaltın duyumsadıklarınızı…