İstanbul’da elektrik fırtınası olduğunda uyuyordum, çakan şimşekler ve yağan şiddetli yağmur beni uyandırmış ve balkona dikmişti. Bunaltıcı sıcakların ardından nefes alsam da, gökyüzü karanlığını bölüp parçalayan şimşekler ürkütücüydü. Sanki bu fırtınayla birlikte, üzerimde ne zamandır kara bir bulut gibi dolaşan umursamazlık ve ümitsizlik dağılıp gitmişti. Yağmuru izlerken nedense aklıma Cortazar’ın “Sınav” adlı romanı geldi. “Yalnızca unutuş mutluluğun koşuludur. Tüm öngörüler korkunçtur” diye düşünmüştü Andres, sevgilisiyle buluştuğu o bir daha geri gelmeyecek “bir gün”de… Bu ülkede tüm öngörülerin korkunç olduğunu hatırladım yine. Geçmişteki bir daha geri gelmeyecek güzel günleri düşündüm. Belki de şimşeklerle parçalanan gökyüzü, mucizeleri hatırlatan çocuksu bir duyguyu yaydığı için şehre…

Yağmur dindiğinde önceki karanlık yeniden başlamıştı. Rollo May, “Kendini arayan İnsan”da, “Yine korktunuz. Cansız gibi görünen doğayla bu denli yakın yüzleştiğinizde duyduğunuz korku, ‘hiçlik’ ve ‘var olmama’ korkusudur” diye yazmıştı. Şimşekler karşısında içimde beliren ürpertinin nedeni belki de buydu. Ama bu ürpertiyi çocuksu bir sevinçle karşılamıştım, sanki uzun zamandır haber alamadığım bir yanımı ortaya çıkarmıştı.

Doğaya bağlanmak için güçlü bir karaktere sahip olmak şarttı May’e göre, yoksa dağılırdı insan hiçliğin içinde: “Kayalık bir tepenin üzerinden korkunç dalgalarla kabarmakta olan bir denizi izlediğinizi hayal edin. Denizin kimseye karşı acıması olmadığını ya da deniz için kimsenin bir diğerinden farkı olmadığını düşünüyorsanız eğer, kendi hayatınızın da saniyenin onda biri kadar bir zamanda bu okyanusta yitip gidebileceğini de fark edersiniz ve bu korkutucudur.”

Andres, “Sınav”da şöyle diyordu: “Ah Yalnızlık, ölüm soyundandır!” Andres için asıl sorun yalnız kalmak değildi, kendini toplumdan yalıtamamak, eksiksiz bir özbilinç yakalayamamak. Özbilinç olmazsa, hiçbir şeysindir. Özbilinç olunca, nerede olduğun, ne yaptığın, yoksul ya da zengin olman önemsizleşir. Genç şair ve yazar Andres’in bu ruh halini, yazmaya ilk başladığım zamanlar yaşamıştım. Bir gençlik düşü değildi bu aslında, hakikatti. İnsan, sürekli bir biçimde özbilince ulaşma çabasını erteliyordu, “yaşam boyu süren bir gecikme” diyordu bu duruma Andres. Belki de gecenin bu vakti uykumdan uyandıran şimşekler, özbilincimi de uyandırmıştı, kim bilir…

Ne diyordu Hegel: “İnsan, doğasını tehlikeye attığı zaman özbilinç kazanır.” Nesnenin farkına varmak bilinç, nesnenin farkına varmanın farkına varmaksa özbilinç… Psikoterapideki farkındalığın farkındalığına benziyordu. Varoluşçu psikoterapinin, insanın hiçlikle karşılaşması ve onu kabul etmesine dair tespitlerini anımsadım sonra. İnsan, varlığını bir bulut gibi saran hiçlik olasılıklarıyla yüzleşmeden özbilincine ulaşamazdı. Andres’in “Her gün seçmemeyi seçerim” demesi, özbilince ulaşmayı nasıl ertelediğini de gösteriyordu, seçmediğin sürece yaşamını trajik bir biçimde duyumsamaktan kaçarsın, sorumluluk almazsın çünkü. Dünyaya uyum sağlamaya çalıştıkça da özbilincinden uzaklaşır ve nevrotik bir oluş içinde, dünyadan geri çekilirsin. Hegel’in tehlikeye atılmak dediği şey, dünyaya atılmak, karışmak…

Balkonda, yağmurdan artka kalan serinliğin içinde “Sınav”ı açıp, sanki ders çalışırmış gibi okumaya koyuldum. Cortazar bu romanı, 1950’de yazmış, Buenos Aires’in puslu caddelerinde gezerek... Bu romanın, Cortazar’ın ölümünden sonra yayımlanması da ilginç. Cortazar’ı Cortazar yapan bütün kaynaklar, Mallarmé’den, Proust’tan, Chaplin’den, Cocteau’dan, romandan, resimden ve şiirden bahseden çarpıcı sahneler… Clara’nın “Birtakım yüce saplantılarla değişmez düşüncelerle sarılıp sarmalanmış olarak yetişiyorsunuz” diye başlayan sözlerini okurken, şimşekler yeniden çakmaya başladı.