Kendilerinden üçüncü tekil şahıs gibi bahseden insanlara her zaman şaşırmışımdır. Kendim yapamadığım için, şaşkınlıktan çok imrenmektir belki. Otobiyografilerini yazdıklarında yaşadıkları şehirleri, başlarına gelen olayları, hatta duygu ve düşüncelerini, her şeyi anlamış ve çözmüş gibi anlatırlar. Bende öyle olmuyor, ayrıntıların içinde kayboluyorum; bir kesinlik yok, yaşadığım duyguya ve zamana, yani “şimdi”ye göre değişiyor hikâye…

Deleuze’ün Norgunk’tan yeni çıkan “Fark ve Tekrar” kitabındaki şu cümleyi not etmişim defterime: “Geçmiş ve gelecek, varsayılan bir şimdi anından ayrı olan bir ânı adlandırmaz, anların bir büzülmesi olması itibarıyla bizzat şimdinin boyutlarını adlandırır.” Deleuze, ilerleyen sayfalarda şunu da ekler: “Zamanın temeli Bellek’tir.”

Ankara’ya vardığımda, geçmiş anılardaki Ankara manzaralarını hayal ederken buldum kendimi. Şurada bir çay ocağı vardı, şimdi tavuk dönerci olmuş. Orada sevgilimi beklediğim günler… Önümde her zamanki gibi kitap ve defter. Ne arıyordum o zamanlar, şimdi ne arıyorum? Bilgi ne kadar da yakıcı bir ihtiyaçtı o zamanlar, dünyanın gittiği doğrultudan emin bir halde ona yetişmeye çalışıyor gibiydik. Dünyaya geç kalmamak, hatta onu geçmek, yeni topraklar keşfeder gibi yeni fikirler bulup çıkarmak. Para kazanmak, kariyer yapmak gibi dertlerimiz yoktu, sadece dünyaya yetişmek yeterliydi, değişimin parçası olmak… Bu açıdan değişmemiştim sanırım. 10 Ekim Ankara Katliamı’nın yaşandığı yerden geçerken, bir şey boğazıma sıkı sıkıya sarılmış gibiydi, nefes almakta güçlük... Dünyaya geç kalınmıştı, şimdinin içinde 10 Ekim’deki acı gibi saplanıp kalmıştı.

Herkeste öyle midir bilmem, benim için her şehrin, her sokağın bir kokusu vardır. Ankara’nın kokusunu aradım o gün sokaklarında, geçmişteki o koku yoktu. O aşk yoktu, o insanların hepsi kaybolmuştu, şimdi başka bir şey vardı, ben başka birisiydim. Yüksel Caddesi’nde yürürken İnsan Hakları Anıtı’nın yanındaki polis barikatını görmüştüm. Neden bilmiyorum, Katalan yazar Jaume Cabré’nin “İtiraf Ediyorum” romanının girişindeki cümleler geldi aklıma: “Paniğe rağmen dibe batmamak için hiçbir tahta parçasını kabul etmiyorum artık. Bazı telkinlere rağmen, nereye gittiğini bilmediğim yolu bana gösterecek herhangi bir inanç, herhangi bir din adamı, kabul edilmiş hiçbir kod olmadan yürüyorum.” Dünyaya yetişmek için belki de, son günlerini yaşayan roman karakteri Adria gibi yürümek gerekiyordu. Kabul edilmiş bütün kodlar tükenmişti.

“Freud bilinçdışının üç şeyi bilmediğini söylüyordu: Hayır, Ölüm ve Zaman” diye yazmış Deleuze, “Hâlbuki bilinçdışında bütün mesele zaman, ölüm ve hayırdır.” Aradığım o koku, bilinçdışımla mı ilgiliydi? Proust’un yaptığı gibi çağrışımların önünü açacak yenilenen bir bağ mı arıyordum, “yeri hep değişen iz”, “silinen silgi…”

Bir dostum, İstanbul’la Ankara’yı karşılaştırırken şöyle demişti: “İstanbul’daki yalnızlık, Ankara’dakine göre giyinik, çıplak değil.” Bunu, tarihî yapıları ve eski semtlerinin değişmeyen dokusuyla, doğasıyla açıklamıştı. Boğaz’ın varlığı, o akıntı ve dalgaların alıp götürdüğü onca şey… İstanbul’un yalnızlığı da çıplaklaşıyor gökdelenleri, yakılan yıkılan tarihî yapılarıyla…

Belki de bu çıplaklaşma, sadece şehirlerle ilgili değildir. Kimlik krizi diye söylenen şey, gerçekte ruhların çıplaklaşmasıdır belki, hangi yöne gideceğini bilememenin korkusu… Bütün bu sahip olma takıntısının varoluşsal huzursuzluk ve çıplak yalnızlıkla bir ilgisi olmalı.

Saptığım ara sokakta, anılarımda yeri olan, geçmiş günlerden kalma bir çay ocağı çıktı karşıma. 19 yaşındaki hâlim orada oturmuş, çayını içerek, ölmek üzere olan dünyayı hayata döndürecek iksiri arıyormuş gibi kitaplara gömülmüş çalışıyordu. Yanına oturdum… İçimde bir huzur, yalnızlığım üşümüyordu artık…