Sosyal medya üzerinden takip ettiğim ve diğer kişisel paylaşımlarda, duyarlılıkların bir yılgınlık hali yarattığına elbette tanık oluyorum. Tehdit, şiddet, taciz ve tecavüzlerin kollandığı bir mafya düzeni gibi işliyor sistem. Pek tabii tükeniyoruz, gözlerimiz görmesin, kulaklarımız duymasın istiyoruz. Jung’un fazla ışıktan, gürültüden kaçıp içe dönen insanı gibi hissediyoruz.

Dünyayı duyarlılık mı kurtaracak

Nesli Zağlı

“Bu aşırı duyarlılık sıklıkla kişiliğin zenginleşmesine neden olur… Sadece, zor ve beklenmedik durumlar ortaya çıktığında, sakin bir değerlendirme bozulacağından avantaj dezavantaja dönüşür. Yine de, bu aşırı duyarlılığı patolojik bir karakter öğesi olarak ele almak kadar hatalı bir şey olamaz. Eğer böyle olsaydı, insanlığın çeyreğine patolojik dememiz gerekirdi”

C.G. Jung, 1913

Bir tek gün geçmiyor ki, taciz, tecavüz, ensest, şiddet, intihar, ölüm haberi almayalım. Zaten malum Covid-19’da ilk dalganın ikinci tepe noktasındayız. O nasıl oluyor diye sormadığınızı tahmin ediyorum. Çünkü bu terminoloji o kadar hayatımızın içine girdi ki, biri nasıl gidiyor diye sorsa ağır hasta yanlarım yeni hasta yanlarımı geçti, ölen yanlarımı da törensiz gömdüm diyebilecek kıvamdayız. Evet, salgın tamamen kontrol dışı durumda, her gün onlar değil eminiz ki yüzler ölüyor. Sağlık çalışanları yaprak dökümü gibi mücadeleden düşüyor. Kalanlar inanılmaz zor ve insanlık dışı durumlarda mesleklerini sürdürmeye çalışıyor. Tüyler ürperten bu tablo memleketin tek derdi de değil ki. 43 yıllık ömrümde kadına yönelik vahşetin bu denli “tepe noktaya” ulaştığı bir döneme tanık olmadım. Seksenlerde kadının adı yoktu, artık bedeni yok, ömrü yok. Cezasız kalan onlarca faili belli ve iyice kollanmış tecavüz ve cinayet… Her gün ama her gün bu haberlere rastladığımda ilk defa gibi irkilmem ve tiksintiyle karışık bir korkuyla dehşete düşmem normal mi? Benim gibi yüzlerce insan olduğuna da eminim, sosyal medyada bu kitlesel iç çekişleri sezinliyorum. Sanki bizi bu kadar hassas yapan “duyargalarımız” var ve bu histerik vahşetle her temasımızda sızım sızım sızlıyor. Bu temas bizi öldürmüyor belki ama süründürüyor. Nereye kadar bu hassasiyeti sürdürebiliriz peki? Bir hücreli olsak bu kadar sürekli ve darbeli uyarılmaya karşı hücre ya işlevini kaybeder, ya inmeye uğrar ya da kendini yok ederdi. Ancak çok hücreliyiz ve sanırım artık hücre ölümü gerçekleşmiş yanlarımızla vedalaşıp bu kaos içinde titremeye devam ediyoruz.


Elbette herkes bu duyarlılık işlerini bizim gibi yaşamayabiliyor. Kapılarında davul patlatsalar kafalarını yastığa gömüp uyuyanlar, ortalık alev alevken tarananlar var. Bizi farklı kılan Jung’un bahsettiği gibi doğuştan gelen bir duyarlılık mı? Onun bahsettiği aslında daha çok gürültü, ışık, ses gibi dış uyaranlara karşı daha hassas bir tipoloji. Bizdeki kültürel ve sosyopolitik duyarlılık acaba bu bahsedilenin bir türü mü? Temel özellikler açısından mümkün olabilir. Aslında en önemli soru şu: biz kaçınılmaz şekilde doğuştan bu derece duyarlı mıyız yoksa yaşam mı bizi aşındıra aşındıra tüm sinir uçlarımızı ortaya çıkardı? Neden doğum gününde çocuğuna kola alamadığı için intihar eden adamları, ölüm orucunda kaybedilenlerin dost meclislerindeki türkülerini, bir sınava girip sonucu bile öğrenemeden devlet ihmaliyle tren kazasında yitip giden çocukları, günlerce tecavüze maruz kalıp intihar eden annelerin yüzünü unutamıyoruz? Gözünü yumamıyorsun ki, aklının önünde hemen. Bence sonradan böyle olunmaz, ancak böyle doğulabilir. Özellikle de bir Ortadoğu diktatoryasında yaşıyorsan bu hassasiyet iyice artar, perçinlenir. Bu duyarlılık Jung’un dediği gibi Tanrı’nın bir lütfu mu, yoksa cezası mı hiç emin olamazsın. Duyarlılık demek bir nevi empati demek; empati demek canı başkasının acısıyla acıması, arda kalanla yas tutmak, ölenle bir nebze ölmektir. Bu empatik varoluş, bolca yürek gümbürtüsü, hıçkırık ve gözyaşı ve dinmeyen bir vertigo halidir. Ama mesela dünyayı böyle deneyimleyen birine sorsanız “Yeniden dünyaya gelsen hissiz bir kalas mı, yoksa duyarlı bir top böceği mi olmak isterdin” diye muhtemelen tercihi yine bir uzuv haline gelmiş duyargaları olacaktır.

Bu doğuştan duyarlılık insan türü için oldukça sancılı bir var olma hali. Daha global düzeyde baksaydık belki çevre ve ekolojiyle, kapitalizmin oyunlarıyla, ayrımcılık ve genel anlamıyla insan haklarıyla ilgili evhamlarımız olabilirdi. Bu ülkeyi duyarlı yüreklere dayanılmaz hale getiren bu üst katman insanlık sorunları değil. Bizim daha temel insanlık dertlerimiz var; sağ kalmak gibi. Bir kadın perdeyi açık unutsa, bir erkek tarafından boğazı kesilebilir bu ülkede. Binlerce kız kardeşimizi böyle kaybettik. Her yeni kayıpta acıyan, sancıyan duyargalarımız duyarsızlaşacağına daha çok uyarılıyor. Sanırım işte bu doğaya aykırı! Gözümüzün önünde onlarca katledilen kadın resmi varken artık görüntü bulanıklaşmaya başlamalıydı. O resimlerin canlı acısı piksel piksel azalmalıydı. Böyle olmuyor. Belki de olmasın da. Çünkü duyargalarımız sızladıkça kurtuluşu daha net arzulayabiliriz. Ülkedeki tüm haksızlık, eşitsizlik, zulüm ve ölümler bitene kadar canımız yanarsa yansın. Dayanışma ve paylaşımda şifa bulabiliriz. Burada önemli nokta bu duyarlılık halinin uzun vadede bir duyarsızlaşmaya, nasırlaşmaya ve hatta yozlaşmaya dönüşmemesi.

Sosyal medya üzerinden takip ettiğim ve diğer kişisel paylaşımlarda, duyarlılıkların bir yılgınlık hali yarattığına elbette tanık oluyorum. Tehdit, şiddet, taciz ve tecavüzlerin kollandığı bir mafya düzeni gibi işliyor sistem. Pek tabii tükeniyoruz, gözlerimiz görmesin, kulaklarımız duymasın istiyoruz. Jung’un fazla ışıktan, gürültüden kaçıp içe dönen insanı gibi hissediyoruz. Bu da bir insanlık hali ve kendimizi böyle de kabul edebiliriz. Yine de unutmamalıyız ki; bizi acıya yatkın kılan duyargalar diğer tüm algılarımızı da netleştirir. Kokuları, tatları, renkleri, desenleri çok daha canlı canlı duyumsarız. Tıpkı marifetli bıyıklı kediler gibi. Oya Baydar’ın Yunus Nadi Roman Ödülü'nü alan “Kedi Mektupları” kitabında insani duyarlılıklarla, kedisel duyarlılıklar çok keyifli yansıtılır. Her şeyin farkında ve topluma dönük kedi sahiplerinin yılgınlığını anlatır kediler mektuplarında. Oysa onlar da doğaya, insana, yuva kavramına ve titreşimlerle hissettikleri her şeye çok duyarlıdırlar. Kedilerinden biri diğer kedi Yoldaş’a der ki; “İnsanlar hayal kurabildikçe korkulacak bir şey olmadığını; hayat, umut ve hayalin iç içe olduğunu biliyordu”. Kedilerin bilemediği de işte budur. Onların duyarlılıkları Jung’daki tanımına yakındır. Duyarlı olduğuna inanan insanlar olarak nüfusun çeyreği miyiz bilemiyorum. Bu duyarlılık dünyayı kurtarır mı onu da…

Tek bildiğim duyargalarımızın kedilerin bıyıkları kadar gerekli olduğu: Canlı kalabilmek için… İnsan kalabilmek için…