Doç. Dr. Çağhan Kızıl, aşı ve ilaç çalışmalarıyla ilgili oluşan bilgi kirliği karşısında şu uyarıyı yapıyor: “Kim söylerse söylesin, bunu Nobel almış birisi bile söylemiş olsa bilimsel veriler açığa konmadan o söylemin bir kıymeti yoktur. Sosyal medyadan bunlar paylaşılmaz. Bilimsel makaleler yayınlanır.”

Dünyayı sarsan öldürücü bir virüsün aşısı ve ilacı nasıl üretilir?

dunyayi-sarsan-oldurucu-bir-viruse-karsi-nasil-asi-ve-ilac-gelistirilir-721274-1.Haber Merkezi

Koronavirüs salgını dünyada ve Türkiye’de ana gündem maddesi olmaya devam ediyor. Bu gündemin en fazla konuşulan başlıklarından biri de, virüse karşı geliştirilmesi beklenen aşı ve ilaçlar.

Ancak konu özelinde büyük bir bilgi kirliliği var. Medyada çıkan haberler karşısında pek çok kişinin kafası karışıyor. Sosyal medyadan yükselen tepkiye bakılırsa, insanlar “neye inanacağını şaşırmış” durumda.

Peki, aşı ve ilaç çalışmaları nasıl süreçlerdir? Bu çalışmalarda bilimsel olarak hangi aşamaların takip edilmesi gerekir? İnsanlar, “aşı/ilaç buldum” diyen birilerini gördüğünde nelere dikkat etmeli?

Konu hakkında merak edilenleri BirGün Bilim yazarı, genetik ve sinir bilimci Doç Dr. Çağhan Kızıl’a sorduk. Kızıl’ın cevapları, mevcuttaki bilgi kirliliğini gidermek açısından oldukça önemli.

‘ÇALIŞMALARIN ÇOĞU ERKEN AŞAMADA’

Koronavirüs gündeminin en fazla tartışılan konularının başında aşı ve ilaç çalışmaları geliyor. Ancak toplumun bu merakı gerek medya gerekse de kimi ‘uzmanlar’ tarafından istismar ediliyor. Aşı ve ilaç gibi çalışmalar, bilimsel olarak nasıl süreçlerdir?

Öncelikle şunu söyleyelim, bunlar çok uzun süreli çalışmalardır. İki şekilde ilerleyebilir. Birincisi tamamen sıfırdan ihtiyaç üzerine başlayan çalışmalar. Covid-19 ile ilgili çoğu çalışma bu şekilde. 300’den fazla aşı ve ilaç çalışması var. Bunların çoğu da çok erken aşamada.

Bunların aşamalarından bahsedersek; İlk aşama keşif aşaması. Burada bilimsel bilginin laboratuvarda üretilmesi, bir fikir üzerinden laboratuvarda bir metot geliştirilmesi süreci. Bu da şöyle olur. Örneğin virüsün üzerinde etkili olacağı düşünülen bir madde var ya da böyle bir şey düşünüyorsunuz, ben virüsün hücreye girmesini bir şekilde engelleyeceğim. Bunu denemek için çeşitli laboratuvar deneyleri, ortamları var. Hücre kültürü dediğimiz. Bunlar deneysel ortamlar. Burada virüsü, maddeyi, hücreyi deneyebilirsiniz. Diyelim ki burada pozitif bir yanıt aldık. Yani örneğin akciğer hücresini laboratuvarda büyütürken virüsün buna girmesini bir maddeyle engelledik. Bu başarılı bir laboratuvar çalışması olarak adlandırılabilir. Başarılı bir keşif aşaması denebilir. Buradan sonra ikinci aşamaya geçilir.

İkinci aşama klinik öncesi aşamalar olarak adlandırılır. Burada ilk önce çoğunlukla hayvan deneyleri yapılır. Yani laboratuvar ortamında yapılanlar bir canlı vücudunda değildir ve bu canlı vücuduna girmesi ve orada çalışmak için ilk önce hayvanlarla çalışılır. Bu aşamanın birkaç sebebi vardır. Birincisi kullanılan etken maddenin dozunu ayarlamak. Örneğin laboratuvarda bir etken maddenin deneysel çalışmasını yapabilirsiniz fakat hayvan vücudunda, bir vücut içinde dozların nasıl etki edeceğini bilmiyoruz. Dolayısıyla farklı dozlar denenir. Ayrıca vücut içinde bu etken madde başka maddelere dönüşüyor mu, bir yan etkisi var mı, bizim görmediğimiz ve laboratuvarda bulamadığımız kötü etkisi var mı, başka organları etkiliyor mu? Yani virüsün akciğere girmesini engelleyebilirsiniz ama yan etkisi çok yüksek olan bir kalp hastalığına yol açmasını istemezsiniz ya da gözlerinizi kaybetmek istemezsiniz. Dolayısıyla bu şekilde bir analiz olarak hayvan deneyleri yapılıyor. Bu aşama 1-2 sene süren bir çalışma alanı.

Buradan sonra diyelim ki etken maddenin yan etkileri az, dozunu bulduk, farmakokinetik ve farmakodinamik çalışmalar sonrasında (ADME olarak da adlandırılır; emilim, dağılım, metabolizma, atılım kelimelerinin kısaltması) bu ilaçla ilgili süreçleri de bulduk. Buradan sonrasına geçilir. Buradan sonrası da klinik çalışma.

Hayvanda ne kadar pozitif sonuçlar olsa da hiçbir hayvan, insan vücudunun karmaşıklığını yansıtamaz. Dolayısıyla insanlarda denenmek zorunda. Klinik çalışmaların Faz 1, Faz 2, Faz 3, Faz 4 denen dört aşaması vardır.

Faz 1 aşamasında sağlıklı insanlarda yan etki analizlerine bakılır. Herhangi bir kötü etkisi var mı diye bakılır. Örneğin bu ilaçsa ilacın nasıl verileceği düşünülür ve denenir. Enjeksiyon olarak kana mı verilecek, ağızdan mı verilecek, kaslara mı enjekte edilecek ya da bunun gibi şeylere bakılır. Bir de yan etkileri incelenir. Faz 1’de az sayıda insanla çalışılır. Bu sayı 10 veya 20 olabilir.

Faz 2’de yavaş yavaş hastalar alınır. Deneysel bir metot, bir analiz metodu ortaya konur. Bir projeksiyon yapılır. Burada da 100 kişiye kadar insanla çalışılır. Hastalar ve sağlıklı insanlar alınanı, doktorlar da verileni bilmezler. Dolayısıyla buna ‘çift kör çalışma (double-blinded)’ denir. Rastgele çalışmalardır. ‘Randomize’ denir. Bir hastanede hem hasta vardır hem de kontrol grubu vardır. ‘Plasebo’ kontrolleri de yapılır. Böyle kapsamlı bir çalışmadır. Bunların beraberinde pozitif yanıtlar alındığını düşünerek bir üst aşamaya geçilir.

Faz 3 ise daha geniş sayıda ve daha farklı alanlardan insanlar ile yapılır. Örneğin Faz 3 çalışmaları tek bir ülkede yapılmaz genellikle. Farklı ülkelere yapılır ki bu ilacın etkisi spesifik bir sosyal gruba özgü olmasın. Örneğin beslenme alışkanlıkları çok farklı olan bir ülkede denense o ilacın etkisi beslenme alışkanlıklarına bağlı olarak değişiyordur. Genel, evrensel bir etki yapmayacaktır. Bunlara bakılır. 200-500, belki bin kişiye kadar çıkabilir. Burada da pozitif sonuçlar alınırsa ondan sonra onay aşamasına gelinir.

‘KURUMLARDAN ONAY ALINMALI’

Uluslararası kurumlar var, Amerika’da FDA (Food and Drug Administration-Gıda ve İlaç Kurumu) denen bir kurum var. Avrupa’da da böyle kurumlar var. Bu kurumlardan onay alınır. Bu onay süreci uzun bir süreçtir. Ondan sonra artık piyasaya çıkabilecek, insanlarda kullanılabilecek ve prospektüsü yazılmış bir ilaç haline gelir. Prospektüsün yazılması, uzun uzun anlatılan Faz 1, 2, 3 aşamalarında yapılır. Örneğin prospektüsü okuduğumuzda yan etkileri ishal, ateş vs. denir. Yani bu, denenen insanlarda görülen yan etkiler bunlardır demek. Ayrıca endikasyonlar olarak belirtilir. Hangi belirtilerde bu ilaç kullanılmalı hangilerinde kullanılmamalı diye.

Başından sonuna çeşitli ilaçlar çeşitli alanlara göre değişiyor ama ortalama en az 7-8 senelik bir süreç. Bazı durumlarda 15 sene süren bir süreç. İnanılmaz masraflı bir süreç. Yani bir ilacın geliştirilmesi, önemli bir kanser ilacı mesela 2-3 milyar dolar kadardır. Bu süreç başından beri bir ilaçla başlanmaz. Çok fazla etken madde ile başlanır. Sonra bunlar yanıla yanıla belki bir tanesi ilaç olur. Dolayısıyla laboratuvar ortamında aşı da benzerdir. İlaç olarak değil de aşı olarak denemek biraz daha farklı metotları olan bir yöntem. Aşı, bağışıklığı güçlendirecek bir antikor yaratmak üzerinden kurulan bir şey. Daha uzun vadeli bir bağışıklık sağlanmaya çalışılır. Fakat süreç üç aşağı beş yukarı benzerdir.

Bu süreçlerde dediğim gibi yanılma payı çok yüksektir. Laboratuvarda herhangi bir bulgu ele edilse bile bu bir ilaç demek değildir. Bu aslında yüzde 95 oranında ilaç olmayacak anlamındadır. Laboratuvarda pozitif çıkan bir maddenin ilaç olmasının sadece yüzde 3-5 oranında şansı vardır. Laboratuvarda alınan en güzel sonuçlar bile en erken seneler sonra ilaca, aşıya dönüşebilir.

‘FARKLI UZMANLARIN KATILMASI GEREKİR’

Bu konuda çalışma yapan kurumlar/kişiler nasıl yeterliliklere sahip olmalıdır? Kimlerin veya hangi kurumların aşı üretmesini beklemeliyiz?

Dünya Sağlık Örgütü’nün ve birçok sağlık merkezinin ya da ülkelerin yönergeleri var. Birincisi bu süreç bir laboratuvarın kendi içerisinde yapabileceği bir süreç değildir. Bir bilim insanının yapabileceği süreç değildir. Bu sürecin içerisine çok farklı alanlardan insanlar katılır. İlk baştaki laboratuvar deneyleri evet bir bilim insanının çerçevesinde yapılabilir. Bir laboratuvar bunu yapabilir. Fakat buradan sonrası klinik öncesi çalışmalar, doz ayarlamaları vs. farmakologlar işin içerisine girer. İstatistikçiler işin içerinse girer. Etik kurullardan onay alınmalıdır. Her aşamada onay gerekir. Hayvan deneylerinden tutun da her türlü laboratuvar ve deney çalışmalarında, insan deneylerinde onay gerekli. Klinik çalışmalarına geçildiğinde işin içine psikologlar, akademisyenler, avukatlar girer. Çünkü bunların çok yasal süreci vardır. Hastadan ya da insandan diyelim klinik süreç için izin istenir ve bunun da sonuçları vardır. Yani çok kapsamlı bir süreçtir. Bunlar genelde ulusal bir alanda düzenlenir. Her ülkenin böyle ulusal kurumları vardır. Türkiye’de sanıyorum Sağlık Bakanlığı, ondan sonra da uluslararası veri tabanlarına (clinicaltrials.gov gibi) da girilmeli ve oralardan da onay alınmalıdır. Yoksa ülke sadece kendi içinde bir etik alanı yaratır ve ilacı sadece kendi içinde kullanabilir.

Nasıl yetkilere sahip olunmalıdır? Birincisi sertifikalı olunmalıdır. Bugün ben ilaç üretmeye başlıyorum deyip ilaç üretmeye başlanamaz. “Laboratuvara girdim, ben bir ayda aşı üreteceğim” denilip aşı üretilemez. En fazla birkaç deney yapılır ama onun da bir kredibilitesi yoktur. Bu uzun süreli uzmanlık gerektiren bir alandır. Aşı bulunsa bile, bu anlattığım keşif ve klinik öncesi aşamalardan geçilse bile insanlarda kullanılmadan önce bunun ‘upscaling’ dediğimiz üretimi arttırmaya geçilmelidir. Bunun da yapmanın yollarından biri GMP fasiliteleri dediğimiz temiz odalar, özel yapılar gerekir. Bu kana veya insana verilecek yani içinde herhangi bir patojen olmamalı. Bu verildiğinde başka bir hastalık yaratmamalı. Dolayısıyla üretim aşaması çok önemli. Türkiye’de bu GMP fasilitelerinden kaç tane var bilmiyorum ama dünyada sayıları az. Ancak her klinikte bunlar yok. Dolayısıyla bunu kurmak gerek.

‘AŞILARIN YÜZDE 80’İ HİNDİSTAN’DA ÜRETİLİYOR’

Bu bir süreç. Dünyadaki aşıların üretiminin yüzde 80’i Hindistan’dandır. Çünkü orada bunun üzerine odaklanmış enstitüler, kurumlar vardır. Türkiye’de yanlış hatırlamıyorsam çok uzun süredir aşı üretilmiyor. Hep dışarıdan alınıyor. Dolayısıyla Türkiye’deki bu kapasite ve yetkinlik nedir bilmiyorum.

Özellikle bu geçen hafta çıkan “23 Nisan’da açıklayacağız. Çok güzel sonuçlar alıyoruz. İnsanların hayatını kurtaracağız” sözleri inandırıcı değil. Çünkü açıklamalardan klinik çalışma yapılmadığı belli. Klinik çalışma yapılmadan insan hayatını kurtaracağına dair kesin bir kanıt yoktur, mümkün de değildir. Zaten etik olarak da başka insanların yaptığını kendininmiş gibi saklamak bu araştırmacının yaptığı bir şeydi. Dolayısıyla söylediği şey direkt hastalığın kendisiyle ilgili değil, hastalığın semptomlarından birisiyle ilgiliydi. Yani direkt virüse etki eden bir madde değildi. Sadece ciğerlerdeki bazı yapıları düzeltmek için kullanılan bir maddeydi.

Hangi kurumların aşı üreteceği değişebilir. Özel şirketler de üretebilir. Ama demin bahsettiğim gibi bu GMP fasilitelerinin olması gerekiyor. Çok temiz, düzenli ‘clinical grade’ (klinik düzey) denen formlar olmalı. Yani kliniklerde kullanılabilecek seviyede üretimlerin yapılması.

Örneğin entübe hastalara takılan tüpler. Plastik ya da silikonlardan üretilir. Bunların üretilmesi bile GMP’den geçer. İtalya’da, Almanya’da, Fransa’da yani Avrupa’da bu eskiden beri çok sayıda var. Bunu üretirken bile öyle bir şekilde üretilmeli ki insan vücuduna girdiğinde yan etkileri olmamalı. Üzerinde belli maddeler kalmamış olmalı. Gerçekten sterilize edilmiş olmalı. Yani çok uzun bir süreçten bahsediyoruz. Türkiye’deki hasta yataklarını bile düşündüğümüzde bunların bile bir standardı var. Türkiye’de bu aşıyı üretme kapasitesi çok yüksek değil. Araştırmacılar var fakat bunun aşıya dönmesi için kısa bir zaman yok. Türkiye’nin de bu yetkinliği dünya aşamasında da çok göz önünde görünür değil. Türkiye’den birçok laboratuvar klinik çalışmalara dahil ama primer olarak bu çalışmaların başında olduğu oldukça az sayıda çalışması var.

‘AÇIKLAMAYA BAKILMAZ, MAKALEYE BAKILIR’

İnsanlar internette her gün onlarca haberle karşı karşıya geliyor; hangi uzmana, habere inanacağını şaşırıyor. İnsanların kendilerini bilgi kirliliğinden koruyabilmesi adına ne tür öneriler yapılabilir? Bu tür ‘hayal satan’ açıklamaların kendini ele veren zayıf bir noktası var mıdır?

Birincisi hiçbir açıklama sadece açıklama olduğu için gerçek değildir. Kim söylerse söylesin, bunu Nobel almış birisi bile söylemiş olsa bilimsel veriler açığa konmadan ve meslektaşları, o işin uzmanları olan bilim camiası tarafından değerlendirilmemiş herhangi bir çalışma, bu yayınlanmış olabilir ya da konferansta sunulmuş olabilir, dünya ile paylaşılmamış herhangi bir çalışmanın söylem anlamında bir kıymeti yoktur.

Bir fikir söylenebilir ama insanlar fikirlerini genelde söylemezler, ürün ortaya çıktığında duyurulur. Sosyal medyadan bunlar paylaşılmaz. Bilimsel makaleler yayınlanır. Ondan sonra o işin yaygınlaştırılması sağlanır. Zaten çok büyük bir buluşsa dünya bunu kendiliğinden konuşur.

Bu çalışmalar zaten uzun sürelidir. Bir proje genelde bir ayda, iki haftada laboratuvara girilerek yapılabilecek şeyler değildir. Daha uzun sürer. Öyle kısa süre içerisinde çelişkili açıklamalarla, aşı için laboratuvara girip ilaçla çıkmak, bunlar popülist, reklam kokan söylemler. Aslında büyük bir buluş varsa ve bu çok etkiliyse kamuoyu bunu zaten duymayacaktır. Ancak çıktığında uyar. Çünkü büyük buluşlar böyle işler. Arkadan tabii bilimsel camia içinde ortak çalışmalar yapılıyor ama kimse de çıkıp Twitter’a bu böyle demez. Bu ucuz kahramanlıklar, ancak bu hayal satan umut tacirlerinin yapabileceği bir şeydir.

Bu çalışmaları ele veren şeylerden aslında en önemli noktası demin de belirttiğim gibi araştırmacıların kalibresidir. O kişinin yayınlarının uluslararası camiada nasıl kabul gördüğü, nerede olduğudur. Bu insanlar Türkiye’de ya da her ülkenin kendi içinde çok konuşulması söz konusu olabilir fakat uluslararası ortamda bu insanların nasıl bir varlığı var, nasıl kabul görüyorlar o çok önemlidir. Tüm bilim insanlarının yaşlarına ve konumlarına oranla belli veri tabanları vardır. Girip bakılabilir. Örneğin Google Scholar ya da Scopus gibi birkaç tane veri tabanı var. Burada araştırmacıların yaptıkları yayınlara, o yayınların etki değerlerine ve aldıkları atıf sayılarına bakılmalıdır. Bazı dergiler çok göz önündedir, bazılarının görünme oranı daha düşüktür. Yani yayın sayısı değil, yayının kalitesi önemlidir. Yayının başkaları tarafından aldığı atıflar önemlidir. Çünkü çok küçük anlaşmalı dergilerde yüzlerce yayın yapabilirsiniz. Bu önemli olmaz. Ama Science, Nature, Cell, Lancet, NEJM gibi dergilerde bir yayın yapmanız o küçük dergilerdeki onlarca yayından çok daha kıymetlidir. Dolayısıyla biraz da nitelik olarak bakmak gerek. Kamuoyunun bunları tamamen bilmesine olanak yok ama biraz da uzun süredir güvendikleri bilim insanlarının da o konuda ne söylediğine dikkat etmeliler. Şunu da söylemeli ki hiçbir bilimsel buluş Whatsapp gruplarından gelmez. Her bilimsel verinin argümantasyon yolu vardır. Bunu işletmek gerek.

‘İLAÇ, AŞIDAN DAHA KISA SÜREDE BULUNABİLİR’

Koronavirüsün aşısının ya a ilacının üretilmesi konusunda bir süre öngörüsünde bulunmak mümkün mü?

İlaç, aşıdan daha kısa sürede ortaya çıkabilir. Başından başlayıp sonuna dek gidilen ilaç metotları var demiştik. Bir de ‘repurposing’ dediğimiz yeniden amaçlandırma yolları var. Örneğin bir ilaç bir hastalık için yapılmış. Bu uzun aşamalardan geçmiş. Bir hastalığı da tedavi ediyor ya da bir şekilde piyasaya sunulmuş. Bu şu anlama gelir. Biz bu ilacı başka hastalıklara kullanabilir miyiz? Bu çok kullanılan bir sorudur. Repurposing çok kullanılan metottur (duyduğunuz birçok ilaç gibi). Bu da rastgele yapılmaz. Örneğin HIV ilacı, bir virüsün kendini çoğaltmasını önleyen bir ilaç. AIDS hastalarında kullanılıyor. HIV de bir virüs. Sars-Cov-2 de bir virüs. “Biz bunu Covid-19 için de kullanabilir miyiz?” deniyor. Aynısı değil ama benzer mekanizmaları var. Bu durum yeniden amaçlandırma oluyor. Sıtma ilacı da benzer şekilde bilimsel bilgiye dayanan yeniden amaçlandırma. Onun dışında Ebola ve önceki Sars için geliştirilmiş bir ilaç vardı. Virüsün kendi genetik dizinini çoğaltmasını önlemeyi amaçlıyor, Remdesivir. Bu da buna uyuyor. COVID-19’da da bir virüs ve onun genetik dizini var. Bu tip çalışmalar tabi daha ileri aşamadan başlıyor. Keşif aşamasına gidilmiyor. Daha uzağa, daha ilerden başlıyor. Örneğin böyle durumlarda faz aşamalarının genelde üçüncüsünden başlanır. Yani ilacın yan etkileri bilindiği için yüksek sayıda hasta toplanıp plasebolarla beraber çalışmalar yapılır. Baktığımızda da Dünya Sağlık Örgütü, Solidarity diye bir klinik çalışma başlattı. 70’den fazla ülke bu çalışmaya dahil ve bu 70 ülke 4 tane ilaç kombinasyonu deniyor. Bunlar da bahsettiğim ilaçlar. Bunların çeşitli kombinasyonları deneniyor.

Keşif aşaması çok uzun süreceği için yakın vadede oradan bir şey beklemiyoruz. İlaç da çıkacaksa çok uzun bir dönem. Aşı çalışmaları şu an en başında yani Faz 1’de. Dünyada klinik çalışmalarda kullanılması onaylanan dört tane aşı denemesi var. Dün Almanya duyurdu, bugün İngiltere başlıyor. Çin ve ABD’de de var. Ama bu kadar şu anda ve bunlar çok erken aşamalarda. Dolayısıyla yıllar sürecek bir süreç. Bu tabii çok olağanüstü bir durum oluğu için hızlandırılacak ve yaklaşık 1-2 sene sürecek bir durumla karşı karşıyayız. Bir mucize olmazsa eğer… Yani çok etkili bir faz aşaması, deneyleri yapılamazsa ve çok etkili bir aşı olmazsa yaklaşık 1-2 sene arasında sürecek. O da çıkarsa öyle olacak. Olmazsa daha uzun yılları alacak. İlaç ise demin bahsettiğim gibi bu 4 ilaçtan biri daha iyi çalışacak. Dolayısıyla ilaç biraz daha kısa süre içerisinde çıkabilir. Ama ilaç bağışıklık sağlamıyor. Sadece semptomun tedavisini yapıyor ya da virüsü öldürüyor. Onun yanında yeniden enfekte olunursa kullanım tekrar edilmeli. Aşı ise bağışıklık sağlayabilir diye düşünülmeli.

‘BAĞIŞIKLIK HER İNSANDA FARKLILIK GÖSTERİR’

Virüse karşı kazanılacak olan bağışıklık ne kadar süre etkili olur? Aşı bulunduğu taktirde, belirli periyotlarla aşı olmak gerekecek mi?

Bağışıklığın ne kadar süreceğine dair pek çok çalışma yapıldı. Öncelikle makak maymunları üstünde çalışıldı. Virüs verilen maymunlar kısa sürede bağışıklık geliştirdi. Daha doğrusu bir bağışıklık tepkisi verdiler. Kanlarında antikor yaptılar. İlk aşamada bağışıklık sistemleri, antijen dediğimiz bu virüse, yabancı maddeye etki gösterdi. O antikor dediğimiz savaşçı molekülleri yaptı. Çok fazla hasta olduğu için insanlarda da buna bakılıyor. İnsanlarda da antikorlar yapılıyor fakat hafif geçirenlerde bu antikor düzeyleri de daha az. Ağır geçirenlerde bu antikorlar daha fazla yapılıyor. Ortalama 10-20 gün arasında yüksek seviyeye ulaşılıyor. 4-8 ay arasında bu antikorların etkisini devam ettirdiği düşünülüyor. Yani bir bağışıklığın bu kadar ay geçerli olacağı düşünülüyor. Kısa süreli çalışmalar olmasından dolayı tam olarak bilinmiyor. Çünkü virüsü tanıyalı daha 4 ay oldu. Uzun süreli bağışıklık oluşup oluşmayacağını göreceğiz. Herhangi bir antijene karşı bağışıklık çok uzun süreli olmayabilir. Örneğin çocukken suçiçeği ya da boğmaca aşısı olduğumuzda 50 sene hatta yaşam boyu bu bizi koruyor. Fakat başka hastalıklarda, mesela H1N1 grip aşısı olduğumuzda bu 5-10 sene koruyor. Soğuk algınlığı ve grip aşıları çok kısa süreli bağışıklık sağlıyor. Bunun virüsün değişmesi gibi nedenleri olabiliyor. Oluşan yeni yüzey bağışıklık sistemi tarafından tanınamıyor. Başka bir canlı gibi algılanıyor. O yüzden grip aşıları her yıl yeniden yapılıyor. Başka hastalıkların virüsleri çok fazla değişime uğramayabiliyor. Önceki SARS ile ilgili de koronavirüslere olan bağışıklık çok uzun sürmüyor. Bu kesin bilinen bir şey değil. Fakat daha önceki koronavirüslerden örneğin dört tane var (229E, NL63, HKU1, OC43) ki bunlar insanlarda soğuk algınlığı, nezle yaratan virüsler. Bunlarla ilgili çalışmalarda etkinin birkaç sene sürüp geçtiğini söylüyorlar. Fakat bu şu anlama gelebilir: hastalığı geçiren birisi bağışıklık kazansa da bu bağışıklık virüsteki değişim vb. açısından etkisini yitirebilir. Kişiler yeniden enfekte olabilir fakat yeniden enfekte olduğunda hastalığı ilk anki gibi şiddetli geçirmeyebilir. Zaten soğuk algınlıklarında da bu şekilde. Yani bir önceki koronavirüslerden bildiğimiz ikinci, üçüncü defa aynı virüsle enfekte olanlar var. Fakat çok daha az şiddetle geçiriyor. Bağışıklık tamamen korumayabilir ama azaltıcı etki yapabilir. Bunlarla ilgili bilgiler her gün güncelleniyor. Koronavirüsler için böyle olabileceği düşünülüyor. Ama bunlar şu an hipotez.

Tam olarak bilmiyoruz. Bağışıklığı nasıl sağlayabiliriz? Bir aşıyla mı? Bunu bilmiyoruz. İnsan vücudunda yapılan antikorlar her insanda farklı. Her insanda seviyeler, bağışıklık tepkisi farklı. Yani bu plazma tedavilerinde alınan nasıl etkili bir antikor gelecek çok da belli değil. Yapılan çalışmalarda binlerce hastadan alınan örnekler var. Bunların çok azı etkili olarak virüse bağlanabiliyor.

İnsanlarda yeniden enfeksiyon olabilir mi? Uzun vadede olabilir. Bu hemen 2-3 hafta sonra değil de daha uzun vadede olabilir. Belirli periyotlarla mı aşı olunması gerektiği de aşının niteliğine bağlı olacak. Birçok aşı tipi var. En klasik model virüsün azaltılıp, öldürülüp verilmesi. Birçok aşı böyle. Fakat bunun yanında virüsün proteinlerini yapıp verme gibi farklı aşılar da ortaya çıkıyor (Almanya ve ABD aşı denemeleri bu yönde). Belli hücrelerin içine bir şeyler koyup hücrenin virüs varmış gibi davranmasını sağlayabiliyorsunuz. Oradan bir tepki çıkartılıyor. Virüsün varlığı yanında bağışıklığın da kuvvetli olması gerektiği için belli kombinasyonlar deneniyor. Bunun yanında hücresel tedaviler, gen terapileri var. Bunlar da henüz çok deneysel.