Neruda’nın dediği gibi birdenbire değil yavaş yavaş ölüyor insan. Önce tebessüm etmeyi unutuyor mesela, sonra dokunmayı yavaş yavaş. Bir müziğe kendini salmayı, bir dostun sohbetinde kendini bulmayı, ağır ağır içilen bir çayla geceyi gündüz yapmayı unutuyor. Aynı yollardan gide gele, aynı kitapların aynı şeyleri söylediği bir dünyada salınarak, aynı kelimeleri her gün yeniden kullanarak, yavaş yavaş çürüyor insan. Önce olana alışıyor, sonra unutuyor. Alıştıkça çürüyor, sonra başkasını çürütüyor. Çürüme en yakınınkinden başlıyor. Durdukça dünyayı, aklına ve bedenine zindan ediyor insan. Bedeni aklının esiri, aklı bütün kutsalların elinde tarumar oluyor. Kendi kutsallarının elinde çürüyerek ölüyor insan. Birdenbire değil yavaş yavaş ölüyor.

Doğumu da en az ölümü kadar yavaş oluyor. Yavaş yavaş doğuyor insan. Yaş aldıkça anlıyor yedisinde tattığının, kırkında sevdiğinin, altmışında el verdiğinin önemini. Yavaş yavaş doğuyor; 7’sini 70’inde ancak anlıyor, ancak kavrıyor, hayatın bilmek değil anlamak olduğunu; tüketmek değil üretmek olduğunu; hayatın asla tatmin edilemeyecek bir kök salma isteğinden gayri bir şey olmadığını. Bu dünyanın şefkatin, sevginin ve adaletin var olduğu bir yer değil; adaletin, şefkatin ve sevginin dünyaya inat yaratılmak zorunda kalındığı bir yer olduğunu. Anlıyor insan. Doğumu da en az ölümü kadar yavaş ve sancılı oluyor, çoğu kez olamadan ölüyor insan.

Şimdi bütün insani ilişkilerimi askıya almak istiyorum. Koşuşturmalarımı, sevmelerimi, nefretlerimi. İnsana dair ve beni ben yapan ne varsa hepsini paranteze alıp, hayata o parantezin dışından bakmak istiyorum. Çünkü insan kendinden ayrılmadıkça, kendine bağlandıkça, kendini kutsadıkça artıyor, çoğalıyor yanılgıları. Beni kusturasıya sinirlendiren, öldüresiye güldüren, neşelendiren, acıtan her şeyi ve herkesi terk etmem gerekiyor. Dostlara elveda demeyi öğrenmeliyim. Ferrari’sini satarak kendini kurtaracağını sanmayı bile insana yutturan bu ağdan kurtulmak istiyorum.

“Anlaşılamamaktan korkanların” ve bunu büyük bir maharet ve olgunlukmuş gibi söyleyenlerin yüzlerine, saatlerce nedensizce bakmak ve bu alıklığı yakından görmek istiyorum. İnsanın anlaşılmaya değil, kendini -nasıl ve ne şekilde olursa olsun- anlatmaya, var kılmaya, ölüme karşı şu dünyaya kök salmaya ihtiyacı olduğunu göremeyenleri terk etmek istiyorum. Anlaşılamamak mı dedi birisi? Anlaşılamayanın mutlu olacağı bir dünya bu, buna inanıyorum. İman ediyorum.

Olamadan ölenlerin dünyasında, kendimden kaynaklanan bütün duygulara, bütün bedenim ve aklımla kefil oluyorum, kendi ardımdan gidiyorum, kendi uğruma ölüyorum. Ne yapıyorsam oyum, ne düşünüyorsam oyum, ne hissediyorsam oyum diyorum. Ne fazlası ne eksiği, bende olan ne varsa ben yalnızca onu kutsuyorum.

Olmasalar yaşayamayacağım kitaplarımı bu dünyada bırakıp, gecede, gölgelerden bir gölge olmak istiyorum. Varlığı için ışığa ihtiyaç duyan ve fakat ışığı varlığıyla anlamlı kılan sade, yalnız bir gölge. Bir günlüğüne de olsa yapmalıyım bunu. Kendimi sulara bırakmalı, kendimi yollara atmalı, kendimi önce “kendim hapishanesinden” çıkarmalıyım. Kimler konuşacak hakkımda, neler söyleyecek, bilmeden topuna sayıp uzaklaşmalıyım. Bizi umuda, bizi mazluma, bizi yoksula yoldaş kılarken; bizi hüzünlü, bizi mazlum, bizi yoksul yapandan hesabını sormak için dönmek üzere gideceğim.

Yeni bir dile ihtiyacım var şimdi. Bedenimi ve aklımı saran diğer bütün dilleri kırıp parçalayacak, hüznü ve sevinci bir kılacak yeni bir dile. Tek bir kelime bile söylemeden, her şeyi anlatabilen bir maharete.

Çünkü durdukça, aynı kaldıkça, yavaş yavaş ölüyor insan. Anlaşılamamaktan korkanların, anlaşılmaya ihtiyaç duyanların çürük kokuları içerisinde yol alıyorum. Gideceğim.