Pek çok sorun duramamaktan kaynaklanıyor. Durmak, dönüp kendimize, etrafımıza bakmak, koşturmaca ya da sürüklenme içinde göremediğimiz şeyleri görebilme fırsatı veriyor. Akış sadece hareketten oluşmaz, durmayla, durabilmeyle başlar, duramayan kendini akışa bırakamaz. Durmaksa hiç kolay değil. Örneğin 5 dakika boyunca durup nefesinizi saymaya çalışın, o beş dakika uzadıkça uzayacak, çünkü nefesinize odaklanınca, zihninizde geçmişe ya da geleceğe kaçamayacaksınız.

Çocuklarla oyun oynamakta zorlananlar, ‘şimdi ve burada’ olamamakla ilgili sorun yaşayanlardır. ‘Şimdi ve burada’ olmak, yaşamda karşılaştığımız sorunları görebilmemizi sağlar, çünkü olaylar şimdi ve burada olup biter, geçmişte ya da gelecekte değil. Geçmişte yaşananlar ve gelecek tasarımlarımız, ‘şimdi’yi anlamamıza yardımcı olur, eğer ‘bura’ya getirebilirsek, orada kalmazsak. Travması tetiklenen kişi ‘burada’ değildir, oraya ışınlanır; halbuki o ânı buraya getirebilirse çözüm üretebilir, orada kaldığı sürece Tom Cruise’un oynadığı ‘Yarının Sınırında’ adlı filmdeki asker gibi belirli bir zamanın içine sıkışıp kalır, oradan çıkıp hayatına devam edemez.

Freud, insan olmanın bir yabancılık hâli olduğunu düşünmüştü, kendi kendine yabancı olma… Durmaksızın bir kendi kendinle tanışma ânı, şaşkınlık içinde… Durmak, bir bakıma insanın kendisiyle tanışması. Kendisinden kaçanlar, hayatlarında sıkı bir rutine ihtiyaç duyarlar, sürekli aynı restorana gitmek, aynı insanlarla çevrelenmek, kendi yabancı haliyle karşılaşmamak için belki de… Sıkı rutin denilince, sürekli farklı bir şey yapma ihtiyacının da bir rutine dönüşmüş olabileceğini unutmamak gerek. Kendi yabancı yanımızla karşılaştığımızda ‘dağılmak’tan korkarız, ki dağılmak gerçekten de korkutucudur, bizi bir arada tutacak şeylere, olaylara, insanlara ihtiyaç duyarız, rutinler bu yüzden bizi kaygıdan korur, her şey alıştığımız gibi devam etmelidir ve diğer yabancı yanlarımızı yok saymamız, uzak durmamız gerekir. Ama yine Freud’un yazdıklarından, özellikle ‘tekinsizlik’ üzerine yazdıklarından biliyoruz ki, aynı zamanda insana dair hiçbir şey yabancı da değildir, bastırılmıştır sadece.

Önceki yazılarımın birisinde, insan neden kendisinden kaçar diye sormuş ve yanıt aramaya çalışmıştım. İnsan, kendisinden bir yabancı olduğu için kaçar, bir yabancıya dönüştürmek zorunda kaldığı kendisinden. Örneğin, kendisinin değersizliğine inanmış biri, aşırı telafi edici biçimde kendisini değerli olmaya adamış ve hep ‘yapmak’ üzerinden var olmaya çalışsın. En ufak bir eleştiri ya da değersizliğini hatırlatan bir durum, söz ya da olayda, kaçtığı yabancı kendisiyle karşılaşır ve kurduğu o ‘yapma’ gerçekliği tuzla buz olur, dağılır… Adam Phillips’in de altını çizdiği gibi, önemli olan ‘misafirperver’ olup olamadığımız, içimizdeki yabancılara karşı korkuyla, dehşete kapılarak ya da küçümseyerek değil, misafirperverliğimizi koruyarak tanımak için çaba gösterebildiğimizde… Psikoterapist, iyi bir evsahibi gibi, bütün o yabancı yanları birbirleriyle kibarca tanıştırmaya çalışır; birbirlerini merak ettirir ve yargılamadan anlaşmalarını sağlar ve aralarında bir sohbeti başlatabilirse…