Asla dönemeyiz artık, hem ne kaldı ki geride; yıkık evlerimiz ve ölüm kokan sokaklarımız dışında! Yaşamalı bu çocuklar yaşamalı! Sancım korkunç, nefes aldırmıyor, sıkıyorum…

Düşersek nehre kurtulmamızın imkânı yok bu halde, biliyorum

UMUT GÜNEŞ

Yol boyu, hep önde, kaçakçıyla birlikte yürüyen Türkiyeli kadın, ilk o fark ediyor beni ve geliyor yanıma. İlk kez görüyoruz gün ışığıyla birbirimizin yüzünü. Su çıkarıp çantasından yüzümü yıkıyor. Sonra, Iraklı adamlardan biri geliyor, doktormuş, nabzıma bakıyor ve çok düşük olduğunu söylüyor. Doktor olduğunu öğrenince seviniyorum ve yardım eder umuduyla söylüyorum artık hamile olduğumu.

Ama birden karışıyor ortalık! Kaçakçı gelip yere, nehir kenarında, o ıslak toprağa iterek omuzlarımdan yatırıyor beni sırtüstü... Ve “hayır” diyor, “bu halde götürmem seni, teslim ol askerlere ve git bir hastaneye”! Iraklı doktor da onaylıyor onu, “asla gelmemelisin” diyor “bu halde”! Bense “olmaz”, diyorum, “bunu yapamazsınız, paramızı verdik ya biz, götürmek zorundasınız”! Asla dönemeyiz artık, hem ne kaldı ki geride; yıkık evlerimiz ve ölüm kokan sokaklarımız dışında! Yaşamalı çocuklar, bu çocuklar yaşamalı! Sancım korkunç, nefes aldırmıyor, sıkıyorum, daha çok sıkıyorum dişlerimi ve doğruluyorum beni yatırdıkları o ıslak topraktan, dayanabileceğimi göstermek istiyorum onlara ve yalvarıyorum bir yandan gözlerinin ta içine bakarak, içimde yangınlarla...

de gülüm! de ki: ela bir günde geleceğim
İstanbul darmadağın olacak, saçlarım
darmadağın. hepsi, darmadağın!
üzülme gülüm! toparlanacağız, birlikte,
ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm
hem de çelikten toprağını dele dele hayatın!

De gülüm / Küçük İskender

BOYNUMDAKİ ÇANTAMI İSTİYOR ŞİMDİ!

Ve nihayet diğer kaçakçı, “tamam” diyor, kabul ediyor. Bu kez Türkiyeli kadın da giriyor koluma, eşimin elindeki çantayı alıyor, ama boynumdaki çantamı istiyor şimdi! Kendince yardım etmek istiyor farkındayım ama olmaz, nasıl güvenebilirim ki ona! Sancılar içinde ve korkuyla anlamaya çalışırken onun aslında kim olduğunu, siyah ojeli elleri ve sanki tam da bu yol için alınmış sağlam ayakkabıları çarpıyor gözüme! Bir şeyler söylüyor, önce Türkçe, ardından Kurmanci birkaç kelime, elini çantama uzatırken! Hiç konuşamadan bakışlarımla anlatıyorum, almasını istemediğimi o çantayı, o da anlıyor ve bırakıyor. Bu kez bir kolumda eşim, diğer kolumda Türkiyeli kadın, kafamda karmakarışık duygularla, korkuyla, acıyla, sancıyla yeniden bir süre daha yürüyoruz.

dusersek-nehre-kurtulmamizin-imkani-yok-bu-halde-biliyorum-765537-1.

Karşı kıyı... Yeni hayat... Ne kadar yakın ve ne kadar uzak... Devrilen botlar denizlerde ve nehirlerde... Yitip giden onlarca insan... Bilirken tüm bunları düşmek yine de bu yola, hem de iki küçük çocukla, hem de karnımda bebeğimle... En uygun yerine ulaşınca nehrin, yan yana bağlanıyor iki bot, bir an önce geçmek için karşıya belki, ya da bu koca nehrin akıntısına daha güçlü karşı durabilmek için... Bilmiyorum... Düşünemiyorum hiçbir şey... Acımı, sancımı da hissetmiyorum şimdi... Sırayla geçip dengeli bir şekilde oturmaya çalışırken bota, tek hissettiğim, korku... Yalnızca, müthiş bir korku! Tüm o okuduğum, duyduğum ve aslında çoğunu gördüğüm, yaşadığım, en yakınlarımdan bildiğim içimi yakan o gerçekler geliyor gözümün önüne... Korkuyorum, çocuklarım için, doğmamış bebeğim için...

Çocuklarım... Alan bebekti ismi, “Aylan Kurdi” diye biliniyordu nehrin bu yakasında... Ne farkları vardı bu güzel çocukların birbirinden... “Küçük cansız bir beden kıyıya vurdu” diye atılmıştı manşetler, Eylül’ün ikisinde, 2015’de. Ve tarih bugündü bir yandan, tam da bu andı, ve yarındı!

“Küçük bir beden”! Yiten bir canı anlatan sığ sözcükler! Küçücük bir çocuktu oysa o, kocaman bir candı! Yaşamın ölçü birimi neydi, yıl mıydı, yaşı mıydı bir canın?

kanlı aktığından habersiz

ırmaklar gibiydi insanlık;

kendi şarkısının dilsizi,

kendi düşünün körü,

sağırı kendi çığlığının...

Kız Ali / Nihat Behram

Üç yıllık bir ömürdü onunkisi, kocaman bir yaşanmışlıktı, tıpkı birlikteyken yiten abisinin ve annesininki gibi! Ölümden kaçıştı, onlar gibi bizi de bu yollara düşüren kucaklarımızda çocuklarımızla. Ve biliyorduk... “Kimse çocuğunu bir kayığa bindirmezdi, su karadan daha güvenli olmadıkça!” (Yurt / Warsan Shire).

Bize ilk eşlik eden kaçakçı dönüyor artık buradan. İkinci kaçakçı bir botun önüne oturuyor, Iraklı doktor da diğer botun önünde, ikisi birlikte kürek çekecekler. Ama Iraklı doktor çekemiyor küreği, çekememekten öte bilmiyor sanki nasıl yapılacağını... Nehir geniş, akıntı çok! Türkiyeli kadın çekmek istiyor küreği, ama botun dengesi yüzünden diğer bota geçmesine izin vermiyor kaçakçı... Öfkeyle, yerini biraz değiştirip, orta bir yer bulmaya çalışıyor. Peki bu genç, bu zayıf adam nasıl karşı koyacak bu koca nehrin akıntısına? Ya botlar arasındaki ipler koparsa! Can yeleklerimiz de yok. Yalnızca herkesin ellerinde, sırtında kocaman çantaları var! Düşersek nehre kurtulmamızın imkânı yok bu halde, biliyorum. Ne çok duyduk Ege Denizi’nde, burada, Meriç Nehri’nde bizim gibi insanları taşıyan botların devrildiğini ve onlarca kişinin boğulduğunu. Nehirde kaçakçılar taşıyordu belki insanları botlarla, ama denizde daha farklıydı her şey... Yalnızca çok ucuza yaptıkları, bot dedikleri o saçma sapan şeylerin nasıl kullanılacağını gösteriyorlardı birkaç göçmene ve bırakıyorlardı onları öylece o sahte botlar üzerinde, sahte can yelekleri ile! Ne kadar çok insanı yollamışlardı ölüme böyle! Alan bebek de onlardan yalnızca biriydi işte! Bu düşünceler ve tüm gerçekler acıtırken yine yüreğimi, bizi botlarda tek başına bırakmayan kaçakçı başarıyor, büyük bir çeviklikle ve büyük bir çabayla o tek küreği çekerek olanca gücüyle nihayet ve nihayet, geçiriyor bizi karşı kıyıya.

KIYIDAKİ AĞAÇLARIN ALTINA GEÇİYORUZ KOŞAR ADIMLARLA

Mevsim kış, toprak çamurlaşmış, nehre, çamura bata-çıka iniyoruz botlardan... Ve botlar çekiliyor nehirden hemen! Kıyıdaki ağaçların altına geçip koşar adımlarla, çoraplarımızı değiştirip ayaklarımızı, ayakkabılarımızı temizlemeye çalışıyoruz. Bazılarıysa, o kadar gömülmüş ki çamura, pantalonlarını çıkarıp yenilerini giyiyorlar. Türkiyeli kadının elinde koca bir paket ıslak mendil-sırayla dağıtıyor herkese... Herkes daha da canlanmış sanki... Daha iyi, daha mutlu... Nehir, hepimizin en büyük korkusuymuş demek ki. Ve biz, başarmıştık! Şimdi, sanki, aslında çamurdan arınmaya çalışmıyor da bir düğüne gitmek için hazırlanıyordu herkes... Nehrin kıyısında, ağaçların dibinde, havası indiriliyor botların ve bir tanesi bırakılıyor orada –neden bilmem, belki de ihtiyaç kalmadığından artık ikisine de! Vardık ya nihayetinde bu kıyıya, her şey daha rahat olacak –olacak umarım! Belki de kaçakçı dönüşte kullanacak! Yalnız bizimkinin dışında birkaç bot daha var etrafta, bir de çamura bulanmış pantalonlar, çoraplar ve bir sürü konserve kutusu. Ne çok insan geçmiş bu yollardan, ne çok insan... Tıpkı bizden öncekiler gibi biz de ardımızda bırakıyoruz çamurlu neyimiz varsa ve yola koyulmayı bekliyoruz kaçakçının peşi sıra. Ama bu aydınlıkta yürüyemeyeceğimizi söylüyor kaçakçı. Şimdi, daha içlere ilerleyip saklanma ve karanlığın çöküşünü bekleme zamanıymış! Tam da en büyük engeli aşmış, nehri geçmişken, korkumuz azalmış, umudumuz artmışken, tam da artık varmak üzere olduğumuzu düşünürken, nereden çıkmıştı bu saatlerce bekleme işi! Bırakırken o koca nehri arkamızda, yürümeye çalışırken o bodur ağaçların arasında, sığındıkları ormanın kışında incecik kıyafetleriyle donan insanları hatırlıyorum... Her anına ölüm yazılmış bir yol bu... Her anına... Sancım gittikçe artıyor, elim karnımda, bebeğimi düşünüyorum... Bu acı, bu korkunç acı beni bebeğime kavuşturacak, daha önce de böyle oldu ya hani, biliyorum... Böyle böyle biraz da olsa rahatlatmaya çalışırken hiç değilse ruhumu ve kafam önümde yürürken diğerlerinin ardı sıra, onlarca hayvan leşi çarpıyor gözüme... Bunlar da ne böyle! Yo, hayır, leş demek doğru değil, yalnızca kalan iskeletler. Ama öyle ki neredeyse tüm vücut aynen duruyor, bütün parçalar hala birbirine bağlı çoğunda. Komple baş, boyun, göğüs, kaburgalar... Ya da komple kalça ve bacaklar. Ve inanılmaz çok sayıda boynuzlar ve toynaklar. Neydi bu, neyin işaretiydi bu dağılmamış iskeletler... Vurulan ve bırakılan ve çürüyen hayvanlar? Vuran kim peki? Avcılar olamaz bu bölgede! Askerler? Bilmiyorum...

Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar

diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

mendilimde kan sesleri.

Mendilimde kan sesleri / Edip Cansever

Bir süre sonra, nehirden uzakta, ağaçların ve çalıların arasında bir düzlük bulup, tüm nemine ve serinliğine rağmen, oturuyoruz çimenlerin üzerine hep beraber ve beklemeye başlıyoruz. Tedirgin bir bekleyiş bu, tüm bekleyişler gibi... Yine de herkes rahatlamaya çalışıp yanlarında getirdiği yiyeceklerden yemeye başlıyor. Dilxoş ve Muhammed çok acıkmış, önce onları doyuruyoruz. Herkes yemeğini yedikten sonra bir yerlere uzanıp uyumaya çalışıyor. Afganlar bizden biraz daha uzağa geçip yanlarında getirdikleri siyah büyük çöp torbalarının içine girip uyuyorlar. Ne akıllıca bir fikir! Soğuktan, rüzgârdan ve ıslaklığından toprağın ne güzel korunuyorlardır şimdi... Bense titriyorum! Öyle titriyorum ki, yakınımızda uzanmış olan Iraklı doktor bunu farkedip çantasından bir yağmurluk çıkarıp giydiriyor bana, ve tek tek de ilikliyor düğmelerini. Sonra da uzanıp yeniden uyumaya çalışıyor, ama olmuyor, sürekli irkilerek uyanıyor. Türkiyeli kadın da uyumuyor, sırtını dayamış bir ağaca, oturmuş bekliyor öyle. Kaçakçı, geçmiş bir çarşafın altına uzanıyor hemen onun yanında. Suriyeliler, solda, ötemizde, başka bir ağacın dibinde yan yana... İçlerinden bir kadın çekmiş dizlerini göğsüne, örtmüş bir şalı komple başından aşağı, soğuktan korunmaya çalışıyor.

dusersek-nehre-kurtulmamizin-imkani-yok-bu-halde-biliyorum-765538-1.

BEBEĞİM GELİYOR! HERKESTEN UZAKTA BİR YERDE

O incecik yağmurluk alsa da titrememi, sancım başlıyor bir kez daha... Ve kısa bir süre sonra da ıslaklık hissediyorum bacaklarımda, suyum mu geliyor yoksa? Hemen eşime söylüyorum, elini tutup doğruluyorum uzandığım topraktan, bir şey söylemeden kimseye daha da içlerine çekiliyoruz ormanın, çocuklarımızla. Türkiyeli kadın, bizi izliyor, ama belli ki anlamıyor ne olduğunu... Bebeğim geliyor! Herkesten uzakta bir yerde, ıslak çimler üzerine uzanıyorum güçlükle, eşimin eli elimde yine, sımsıkı tutmuş bırakmıyor, Muhammed ve Dilxoş ise şaşırmış bir şekilde bana bakıyor. Bir an Ruhat ve Botan’ı görüyorum onların gözlerinde. Ve o güzel anneleri düşüyor hatırıma yine. Annesi evde tek başına doğum yaparken onlar da izlemişti annelerini böyle şaşkınlıkla, öyle anlatmıştı Muntazam... O nasıl tek başına doğurmuştu bebeğini, nasıl kesmişti göbek bağını bebeğinin, kendi elleriyle... Ben de yapabilirdim, hem yalnız da değildim, eşim vardı yanımda... Ama hayır! O güzel bebek, Muntazam’ın yavrusu... Daha iki aylıkken... Ahhh... Dilim varmıyor söylemeye! Biri olmalı yanımda, bir kadın! Doğum başlıyor, evet, evet, başı geliyor bebeğimin! Dilxoş’a koşup hemen Türkiyeli kadını çağırmasını, bebeğin başının geldiğini söylemesini istiyorum. Aslında o iki Suriyeli kadın Kurmanci ve Arapça konuşuyor ve bilmeseler de Soranice onlarla anlaşmak daha kolay aslında, ama hayır, hiç gelmediler ki yanıma, belli ki çekiniyorlar, korkuyorlar belki, o yüzden Türkiyeli olan gelmeli! “Sere zarok” diye diye koşuyor Dilxoş. Ve hemen Türkiyeli kadınla birlikte geri dönüyor. Kadın, elinde küçük bir çakı ile şok olmuş bir şekilde bana bakıyor önce, ardından hemen toparlıyor kendini, oturuyor ayaklarımın dibine ve yavaşça çekip alıyor bebeğimi içimden. Bebeğim onun ellerinde artık, eşim başucumda, çocuklarımsa kardeşlerini izliyor –hala bana bağlı olan bebeğimi... Ama hiç sesi yok bebeğimin! Neler oluyor!

Yüreğimin yangını bastırmışken benim de sesimi, kadın bebeğimin poposuna vurmaya başlıyor, anlamaz bir şekilde... Nihayet az da olsa bir ağlama sesi duyuyorum ve müthiş bir huzur çöküyor üzerime...

bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,
bir yanlışı düzeltircesine açmış;

gelmiş ta ağzımın kenarında
konuşur durur.

Bir çiçek / Cemal Süreya

Kadın yeniden ne yapacağını bilmez bir halde bize bir şeyler soruyor, söylüyor, ama yok, anlamıyoruz birbirimizi! Neyse ki o sırada kaçakçı geliyor ve ondan telefonunu istiyor hemen. Birisini arıyor, bir şeyler konuşuyor. Sonra başka birini arıyor, bu kez telefonun hoparlörünü açıyor ve telefonu bacaklarımın üstünde gerilmiş eteğimin üstüne koyuyor. Bir kadın, garipsenecek bir sakinlikte, ama güven veren bir sesle bir şeyler anlatırken öte taraftan, o kesiyor göbek bağını elinde getirdiği küçücük bir çakıyla! Şimdi bağlaması gerekli, ama ip yok! Eşim çok kısa bir an bırakıyor elimi ve çantayı karıştırıyor, her şey vardı aslında çantamızda bebeğimiz için ama nasıl oldu da unutmuştuk ipi! Kadın kaçakçıyı yolluyor diğerlerinin yanına, belki bir şey bulur diye... Sonra Suriyeli kadınlardan biri geliyor, elinde incecik küçük bir parça dikiş ipiyle… Bir parça dikiş ipi, başka bir şey değil! Onunla, o incecik iple, o kalın, o sert, o kaygan göbek bağını bağlıyor... Ve biraz suyla yıkamaya çalışıp diğerlerine veriyor bebeği –giyindirmeleri için. Telefon kapanıyor o arada... Kadınla göz göze geliyoruz. Ben de mutluluk ve minnet var, onun yüzündeyse hafif bir gülümseme... Yine de endişesi okunuyor gözlerinden. Bir yandan ne yapacağını bilemiyor, bir yandan da beni rahatlatmaya çalışıyor, hissediyorum. Konuşamasak da aynı dili, bakışlarımızla destek olup güç vermeye çalışıyoruz birbirimize. Benim kadar, onun da bu güce ihtiyacı var çünkü... Henüz bitmedi ki aslında doğum. “Bebeğin eşi” deriz biz, içimde hala... Ve göbek bağı, hissediyorum, dokuz ay boyunca yavrumu bana kenetleyen o bağı hala bacaklarımın arasında...