Düşlerin çalındığı, çocukların öldüğü, ‘barış elçilerinin’ vurulduğu Diyarbakır’da halkın tek bir talebi var: İnsanca yaşamak!

Düşlerin çalındığı memleket: Diyarbakır

GÜLŞEN İŞERİ
gulseniseri@birgun.net

Yaşam ne kadar ağırsa kelimeler de o kadar ağır oluyor. Diyarbakır’ın ortasından yazıyorum demek isterdim ama savaşın tam da ortasından yazıyorum! İnsan dokunmadığı, görmediği şeyi ne kadar anlar bilinmez, belki sadece ezberdir bizim hissettiklerimiz ama dokunduğunuzda işte o ezber tamamen bozuluyor! Yaranız acımaya başlıyor, hatta pıhtılaşmış kanınız akmaya... İçinizde biriktirdiğiniz ne varsa bir bir avuçlarınızdan dökülmeye... Elinizi ayağınızı nereye koyacağınızı bilmiyorsunuz; hem nereye koyacaksınız onca ölümün yanında! Tahir Elçi’nin katledildiği yerde elinizi nereye koyacaksınız? Koyamazsınız ama anlarsınız...

Diyarbakır Sur abluka altındayken Diyarbakır sokaklarındaydım; 9. Günün sonunda yasağı kaldırdılar ancak bir kaç saat sonra yeniden yasak koydular. Niyet belliydi, Sur içinde bulunanlar tamamen gitsin, göç etsin... Yasağın kalktığı bir kaç saat içinde ise Sur içindeki görüntüler ürkütücüydü: Yıkılmış bir kent, yanmış tarihi binalar ve tarihi Kurşunlu camii’nin görüntüsü... 7 haziran itibariyle başlayan çatışmalı süreç bölgede derin izler bıraktı. Gidip görmeden anlamanız belki pek mümkün değil, aklınızın sınırlarını zorluyor, hayalinizin ötesinde bir tabloyla karşılaşıyorsunuz. Ağrısı, acısı, hüznü sizde kalıyor.

İki kardeşimi gömdüm, beni de gömebilirler

Nereden başlanır Diyarbakır’ı anlatmaya derken, Diyarbakır’ın ayaz kesmiş sokaklarında Siyabend’le karşılaşıyorum... Tüm bu yaşanılan sürece karşı öfkeli, “bu bir gasptır, açık açık Kürdistan’a tecavüz ediliyor; sömürü, ölüm, taciz vardır. Bu toprak namussa namus ayaklar altındadır. Bütün dünya bunu böyle bilsin. Biz namusumuzu ayaklar altında çiğnetmeyeceğiz.”

Siyabend’in de hikayesi derin, iki kardeşini kaybetmiş, iki kardeşi gerillada... “Sevebildiğim kadar sevmek, yaşayabildiğim kadar yaşamak istiyorum. Buradan çıkınca kafama kurşun sıkılacak hiç umrumda değil, artık alışmışım ölümlere... Ben iki tane kardeşimi gömdüm, alıştırdılar beni.” Diyor.

Abisini anlatmaya başlıyor, “benim abim çok yakışıklıydı, babamdan çok etkin ve yetkindi... Saygılıydı, ben onu gördüğümde esas duruşa geçerdim, politikti, bilinçliydi, ben kavga ederdim o beni karşısına alıp konuşurdu. 2000’de geri çekilme olayında, o orada kaldı ve Bingöl’de 2001’de köyde çıkan çatışmada 4 tane arkadaşıyla birlikte vuruldu. Diğer kardeşim yine burada öldü... 2013 yılında... Ben iki kardeşimi gömdüm beni de gömebilirler...”

İki çocuğu var Siyabend’in, kaygılı, acılı ve öfkeli bir yandan da... “annemi diyorum ki sen git buralardan, babamda gitsin aklım onlarda kalıyor. Burada hepimizi öldürecekler. Halamın oğlunu öldürdüler daha yeni, kimyasal kullandılar, 1.80 boyundaki adam küçücük kalmıştı... Ben onlardan insanca yaşamının ötesinde ne isteyeyim... ”

Sözün bittiği yerde Siyabend’le ayrılırken bir cümle daha kuruyor; “Erdoğan bizi hendeklere gömecekmiş, buyursun gömsün...”

Bir parça kemiğini bulsaydım

duslerin-calindigi-memleket-diyarbakir-95921-1.

Henüz ablukadan yeni kurtulan Silvan’a doğru yola çıkıyorum, belediyeler ortak bir karar alarak Silvanda yaklaşık 860 hanenin hasar tespitini yaparak onarma kararı çıkartmış. Gönüllü ekiple Diyarbakır’dan Silvan’a uzanıyoruz... Göreceğim tabloyu hiç düşünmüyorum. 15 kişinin öldürüldüğü, üzerlerine bomba yağan o mahallenin son durumunu düşenemiyorum!

Silvan’a geldiğimde belediyede Besra Üçok’’la karşılaşıyorum. Tesadüf bir hikaye bu; aslında Silvan’da kime dokunsanız derin bir hikaye buluyorsunuz, Besra Üçok da onlardan sadece biri...

95 yılında bir çatışmada eşini kaybetmiş: Ali ihsan Dağlı... “20 yıldır onu arıyorum” diyor gözleri dolu dolu. Üç çocuğu var Besra’nın, Medya ve Hilal; biri Ankara diğeri de Kıbrıs’ta okuyor, İsmail en küçükleri, annesiyle birlikte... Üç çocuğu tek başına okutmanın gururunu da yaşıyor, “burada kadınlar güçlü olmak zorunda” diyor...

Arada Kürtçe konuşuyor, ağıt yakar gibi, anlamadığımı farkedince Türkçe’ye dönüyor ve yine eşinden söz ediyor “bir parça kemiği olsaydı da onu ziyaret etseydim” diyor... Tahir Elçi’den söz açılınca ağlamaya başlıyor, Tahir Elçi Besra Üçok’un 10 yıl boyunca avukatlığını yapmış, henüz vurulmadan bir kaç gün önce belediyeye Üçok’u ziyarete gelmiş, çocuklarını sormuş, “gurur duyuyorum seninle, çocuklarını okuttun bir başına” demiş...

Geride Süleyman’ın güvercinleri kaldı

Silvan’daki ablukadan söz ediyoruz, beni alıp bir ailenin yanına götürüyor Besra Üçok... Geçtiğimiz ay vurulan Süleyman Güleç’in ailesine...

Evin bir köşesine ilişiyoruz, anne Şehrazat birden ağlamaya başlıyor Süleyman’ın adını duyunca... Tek kelime etmiyor. Sadece ağlıyor.

Süleyman vekillerin geldiği gün ablukanın olduğu mahalleye gitmiş ve bir daha dönmemiş. Çatıda bulunan güvercinlerine yemlerini vermiş annesine de “hemen geleceğim, vekiller gelmiş onlara bakacağım” demiş... Gidiş o gidiş... İnşaatta çalışan Süleyman’ın annesi dizlerini dövüyordu karşımda, Kürtçe “güvercinleri emanet bıraktı, her güvercin bana onu hatırlatıyor, nasıl kıydılar gencecik yavruma...”

Evin duvarlarına bakıyorum, tek kare fotoğrafı yok Süleyman’ın... Saatin tik tak sesi bir sesle bozuluyor; Süleyman’ın komşusu anlatıyor: “Süleyman’a ‘terörist’ diyorlar, kim terörist, Süleyman’ın yaşadığı yer belli, çalıştığı yer belli... Bütün mahallelinin, çocukların sevdiği biriydi. Hatta benim kızım diyor ki, “anne belki ölmemiştir Süleyman abim, toprağı kazırsak çıkar belki” diyor. Düşünün. Çok etkilendiler.

Silvan’da çocukların durumu da kötü. Onu da hatırlatıyorlar; “bütün çocukların psikolojisi bozuldu. Kalp çarpıntıları başladı... Çok tedirginler...”

Süleyman’ın annesi bizi çatıya çıkartıyor, güvercinleri gösteriyor, “bunlar bana emanet, kimselere vermeyeceğim. Benim güvercinimi vurdular ama onun beslediği güvercinleri vurdurtmayacağım..” diyor...

Sonra da sokağın başına kadar uğurluyor, elimi sıkı sıkı tutuyor: İnsanca yaşamak istiyoruz. Diyarbakır’da kaldığım süre boyunca hep son cümleleri bu oluyor bana: İnsanca yaşamak istiyoruz...

Hendekler ve öz yönetimin gölgesinde yaşam

duslerin-calindigi-memleket-diyarbakir-95922-1.

DİHA muhabiri Serhat Yüce ile Silvan’da en çok yara alan Tekel Mahallesi’ne gidiyoruz. Mahalle girişinde zırhlı araç bekliyor, biraz ilerleyince ise o tablo, benim hiç hayal edemediğim o tabloyla karşılaşıyorum...

Yanmış, kurşun izleriyle dolu bir evin önünde bekliyoruz, “korkunç” diyebiliyorum sadece: Korkunç!

Serhat “çoğu ev böyle” diyor sessizce... Dolaşmaya başlıyoruz mahalleyi, nedendir bilmem, ya da bildiğimdendir, Ahmet Telli’nin şiiri geliyor aklıma, “bir kent öldürüldü diyorlar, kuşuna dizildi bir gece yarısı, bir kent nasıl öldürülür göz göre göre, ben inanmıyorum...” Buraya gelmesem ben de inanmazdım ama gördüm ki bir kent göz göre göre öldürülmüş ve bırakın kurşuna dizilmeyi üzerlerine bomba atılmış!

Dokunmaya korkuyorum evlerin duvarlarına, yaşam hakkı elinden alınmış bir halkın mahallesinde acılarına ortak olmak için dolaşsam da acının tam da içinde buluyorum kendimi. Öz yönetim ve hendek tartışmalarının gölgesinde hayata dönme çabasında olan halkın içinde...

Yeniden inşaa ediyorlar mahallelerini, hayata dönme çabası gidecek yeri olmayanlar için, olanlar içinse terk edilmiş evler, anıları kurşun izlerinde asılı kalmış çocukların defterleri... “30 yıldır direnmişiz bırakmamışız evlerimizi bunlara mı bırakacağız” diyen bir kesim, “her iki taraftan da yorulduk, özgür bıraksınlar bizi” diyen başka bir kesim...

90’lardan beter olduk!

Ölümü göze alarak 12 gün boyunca bekledikleri, aç kaldıkları o günlerin ardından insan hayata nasıl döner diyorsunuz ama dönülüyor... Yıkılan dükkanlar, kahvehaneler, büfeler...

Bölge halkı o kadar yorgun ki, 90’lı yıllar ne ki diyorlar, o zamanlar toroslara alıp giderlerdi şimdi açık açık yapıyorlar, sokak ortasında öldürülüyoruz diyerek de 2015’in daha beter olduğunu açıkça ifade ediyorlar. Ve “Erdoğan hepimizi kandırdı, inanmıştık, inanmak istemiştik” diyerek de artık güvenecek bir şeylerinin kalmadığını söylüyorlar.

Mahalleyi dolaşırken kurşunsuz tek bir ev bulmak mümkün değil. Kendimi kurgu romanından fırlamış gibi hissediyorum, tek bir cümle ediyorlar arkamızdan: İnsanca yaşamak dışında talebimiz yok! Sokaklar, evler, 15 kişinin yaşamını yitirdiği bu mahalle... İnsanca yaşamak...

Serhat mihmandarım, bir kaç fotoğraf çekerken orayı çekme diyor ani bir refleksle, dediği yer Azizoğlu Konağı, pencerelerde kum torbaları, arkasında da keskin nişancılar... Bunca hikaye, anı, acı...

“Amed yaram benim” diye başlayan ezgileri daha iyi anlıyorsunuz artık. Burası Diyarbakır, savaşın ortasındayım! İki yıl önce geldiğim Diyarbakır değil, akreplerin, tomaların ve ne olduğu belli olmayan içinde özel harekatçıların olduğu jiplerin cirit attığı, yer yer silah sesiyle korku saldığı kent burası...

Düşlerin çalındığı, çocukların öldüğü, ‘barış elçilerinin’ vurulduğu kent burası!