“Hepimiz bir bedene sahip olarak bu dünyaya fırlatılmış varlıklar gibiyiz. ‘Kendim’ olmak dışında deneyimleyebileceğim bir şey yok. Bir anlığına da olsa bir başkası olmamız mümkün değil.”

Düşlerinin aynası bir orman

İbrahim Karaoğlu

“Tüm sanatlar otobiyografiktir;
inci, istiridyenin otobiyografisidir.”


Federico Fellini

Salgının yarattığı, her zamankinden daha karmaşık yaşam koşullarından, düş ve gerçeğin iç içe girdiği zamanlardan geçiyoruz. Sanal gerçeklikle tanımlanan çevrimiçi rüyalardayız sanki. Sosyal yaşantımızın en önemli metaforu oldu salgın. Duygu, düşünce ve davranışlarımız sosyal uzaklık üzerinden gerçekleşiyor. Korkularımız, yalnızlık duygumuz ve güvensizliğimiz durmadan çoğalıyor. Böyle dönemlerde, çok daha artıyor sanata erişim gereksinimimiz.
Erişim biçimlerimizi de etkiledi salgın. Avrupa’daki pek çok müzede, kültürel belleğimizi şekillendiren, insanlara aynı anda ortak bir deneyim yaşatan, sanat yapıtlarının dijitalleşmiş görselleriyle ritüeller sunan çevrimiçi turlar başladı. 5 euroluk bir biletle gezdiriyorlar sergileri. Ben de katıldım bu sanal turlara, Albertina Müzesi’nde “Schiele’nin Mirası” sergisini gezdim.


Biçemini çok erken yaşta bulmuş ve bu ayırt edici biçemle kendi sanatını gerçekleştiren dışavurumcu, figüratif bir ressam Egon Schile. Biçimsel çarpıtmalarla bükülmüş bir beden diliyle erotik, pornografik ve groteks resimler yapmış. Güçlü bir yaratı enerjisi var. Figürleri yoksul, hüzünlü ve kırılgan. İnsanın kendine yabancılaşmasının sembolü olan resimlerin ressamı. Pek çok resminde kendi bedeni var. Bedenini izlek alarak ikonografisini oluşturmuş, otoportreleri benliğinin haritası sanki.

Müzenin sergiyi duyuran bülteninde: Albertina Modern’deki bu serginin başlangıç noktasının, Egon Schiele’nin kendisini şanssız, dışlanmış bir sanatçı olarak gösteren, çığır açan beden ve benlik portreleri olduğu söyleniyor. Bu sergide Schiele’nin, resimsel geleneklerden uzaklaşarak, beden dilini öne çıkararak rol yapan, kendi temasını ön planda tutan özellikleri sunuluyor. Sergide, Schile’nin otoportreleri yeniden yorumlanarak, 20. yüzyılın on iki sanatçısı ile karşılaştırılarak sunuluyor. Georg Baselitz, Günter Brus, Jim Dine, Valie Export, Elke Krystufek, Maria Lassnig, Arnulf Rainer, Cindy Sherman, Karin Mack, Adriana Czernin, Eva Schlegel ve Erwin Wurm’un otoportrelerinde; içlerinin derinliğini, sunumlarının görünürde olmayan gizli yanlarını yansıtıyorlar.
Müzenin varsıl bir Egon Schile koleksiyonu vardı zaten. Pek çoğunu görmüştüm daha önce. Ama bu sergi başka. Resimlerin en ortak paydası otoportre. Schile ve 12 çağdaş sanatçının otoportreler üzerinden kendilerini sorgulamalarının karşılaştırılması bu serginin amacı. Sanatçıların otoportreyi ele alma biçimleri eklektik ve çeşitlilik gösteriyor. Her resim sanatçısının biçemiyle kurgulanmış bir ruh portresi aslında.

Bu yapıtları izledikten sonra, anladım ki sanatçıların ruhunun ayna görüntüleri otoportreler. Rabindranath Tagore’un “Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım / Karşımdakine…” dizelerini çağrıştırıyor. İnsan kendini görme, tanıma döngüsünde bir rastlantıyla koyu, pürüzsüz su yüzeyinde kendi yansımasıyla karşılaştığında başlamış aynanın büyüsü. Aynadaki görüntüye olan tutkuyla başlamış ilk otoportre. Her şeyi değiştirmiş aynadan yansıyan büyü. Koyu renkli, cilalı obsdiyen levhalar ve pürüzsüz yüzeylere dönüştürülen metal plakalarından günümüzün cam aynalarına kadar uzanan aynanın tarihi, otoportrenin de tarihi aslında. Kendi yüzünü, bedeninin varlığını, nasıl göründüğünü ve başkalarının onu nasıl gördüğünü yansıtma isteği; aynanın görkemli öyküsünün de otoportrenin de başlangıcı olmuş. Aynaya baktığında yüzünden daha fazlasını görmüştür sanatçı ve kutsamıştır aynadaki halini. Belki de Keltlerin ve Mısırlıların ölülerini aynayla gömmesi bundandır.

Yaşamın seyri içinde, başka biri olarak sanatçının kendisidir otoportre; kendinin öznesidir. Mitini oluşturduğu, kişiselleşmiş, öznel bir ifade biçimi...
Sanatçı yaşadığı duyguların anılarını, geçmiş deneyimlerini taşır bilinçdışında ve Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nde dediği gibi “İnsan kendi yükünü her zaman yeniden bulur.” Duyguları ve anıları yüküdür sanatçının. Kimileri bastırır, kimileri de bunları benliğini çerçeveleme arzusuyla sanatına dönüştürür. Önemli bir türdür otoportre; sanatçının kendini görme ve sunma biçimiyle benliğini yansıtmasıdır. Kimlik duygusunu başkalarına iletmesidir. Kişisel tarihini kaydetmesidir…

Genç ressam Rugül Serbest de otoportreler yapıyor. Gelecek vadeden sanatçıların sergilerini açan Mixer Art Gallery’nin ana galeri mekânında “Kendimin Ormanında” adlı sergisini açtı İstanbul’da. Sezgilerini, düş gücünü kendi bedeni üzerinden biçimlendirerek resminin içinde duran, kuşağının en başarılı sanatçılarından biri Rugül. Resim serüvenine kendi benliğini yansıtarak başlamıştı. Bedeni imgelemiydi hep. Hiç ödün vermedi bundan; değişerek kendi kaldı resminin içinde. Sessiz bir meditasyon alanı gibi tuvalleri. Kendi resminin penceresinden bakıyor sessizce.

“Ben resimlerimde kendi yüzümü ve bedenimi biçim olarak ele alıyorum. Otoportreler, doğaları gereği içe bakan resimlerdir. Betimlemek için değil, kavramak ve nüfuz etmek için resmediyorum.

Hepimiz bir bedene sahip olarak bu dünyaya fırlatılmış varlıklar gibiyiz. ‘Kendim’ olmak dışında deneyimleyebileceğim bir şey yok. Bir anlığına da olsa bir başkası olmamız mümkün değil. Bir başkasına ancak kendi bedenim üzerinden erişebiliyorum. Dünyada olmanın ne demek olduğunu sorguluyorum.” diyor. Frida Kahlo’nun “Kendi portrelerimi çiziyorum çünkü çoğu zaman çok yalnızım çünkü en iyi kendimi tanıyorum.” söylemini anımsatıyor anlattıkları.

Son sergisindeki orman konseptini çok sevdim. Güven duygusunu geliştiren; otların, ağaçların, kuşların birbiriyle yarışmadan yaşadığı, varoluşunu ve gerçekliğini sürekli yenileyerek sürdüren, içten bir yaşam alanı orman. Kadının kendine vardığı, kendini bulduğu yerdir. Kadınlığı betimler. Ruhu ormandır kadının. Kadim uygarlıkların hepsinde doğadır kadın. Ve Rugül, büyük bir yalnızlık ormanı metaforu üzerinden, imgelemini ütopyayla kuruyor.

Gölgede kalan, bastırılmış olan ne varsa hesaplaşarak arındığı, içindeki özgürlük duygusunu dışa vurarak tutkularını gerçekleştirebileceği bir orman aurası oluşturuyor. Varoluşun ilk durumuna, saflığa olan tutkusuyla, bir ütopyacı duruşuyla soyunuyor geçmişinden. Kendi aynasından, otoportrelerin, imgeleminin içinden bakıyor.

“Niçin burada ve şu anda yaşıyorum? Dünya bir yer veya bir mekân değildir. ‘Doğa içeridedir’ der ya Cezanne. Ben ne kadar bu dünyanın içindeysem dünya da bir o kadar benim içimde, soluduğum nefestedir. Dünyada her şey her şeyin içindedir. Her şey her şeyle karışmıştır. Ben de bu dünyaya karışmak istiyorum. Var olduğum bu dünyada her şeyi içimden geçirmek, her türlü biçime, imgeye bürünmek (ve kendime dönmek) istiyorum. Bir başkası olmak nasıldır? Doğa olmak nasıldır? Bir bitki gibi hissetmek nasıldır? Bunu deneyimlemek istiyorum. Bitki gibi sadece var olarak, kımıldamadan, hareket dahi etmeden dünyayı değiştirmek… Sadece dünyada olmak değil bir ‘dünya yapmak’ istiyorum. (Çiçek açmak dünyayı kendime çekmek istiyorum.) Hiç çaba göstermeden, tek bir kas dahi kullanmadan havada asılı kalmayı arzuluyorum. Havada süzülmek, yeşermek, su gibi akmak istiyorum… Köklerimle toprağın derinliklerine kadar inmek, yaşamın o gizemli kaynağına karışmak istiyorum. Yaşadığım dünyanın içine batmak, gömülmek istiyorum… (Bedenimin sınırlarını aşmak, bunu resmimde deneyimlemek istiyorum. Sanatımda; ‘bir başkası olarak’ kendi sınırlarımı aşmaya çalışıyorum. Gerçeği içinden geçerek ‘O’ olarak anlatmaya çalışıyorum Bunu yaparken de hiçbir şey kanıtlama peşinde değilim. Soru soruyorum sadece. Benim sanatım kendimi ve yaşadığım dünyayı anlamanın sadece bir yolu. Kendini görememe, kendini ancak bir başkasında görme veya kendini başkasında gören kendim üzerine bir düşünme.

Bu sergimde doğayla bütünleştiğim, doğa olduğum çalışmalar mevcut. Artık tamamen kendim olduğum, özgür olduğum kendimin ormanındayım. Burada korkacağım, tedirgin olabileceğim hiçbir şey yok. Kendimle ve doğayla iç içeyim. Doğayı tüm saflığıyla deneyimleyebiliyorum. Hiçbir canlı bana zarar veremez çünkü biz biriz. Her şey benim içimden geçiyor, ben her şeyin içindeyim. Birbirimize karışmış durumdayız. Tıpkı bir bitki gibi yaşamı oluşturuyorum ve var kalmak için hiç kimseye ihtiyacım yok. Bunu arzulamıyorum da...” diyor. Bir fetiş alanı değil, dönüşüm alanı onun ormanı. Ona ait olmak, onun varlığının bir parçası olmak, bütünleşmek isteği. Onun diliyle resim yapmak, doğayla özdeşleşen ruhunu huzurla yansıtmak. Kendinin siyam ikizi değil figürleri; bağımsız gerçeklikleri ve düşleri var. Biri diğerinin yaşayamadığını yaşıyor. Kendilik üzerinden imgelerle, duygu ve düşünceleriyle iç içe, düşsel bir ormanın içinde gezdiriyor izleyicisini. Hepimizin içinden o ormana gidecek bir yol var aslında.