Türkiye'de son yıllarda, yurttaşların önemli bir bölümü, hükümetçe kategorik olarak “düşman” olarak görülüyor. Bir bölüm insan artık sanki yurttaş, hatta insan da değil, resmen ilan edilmeden yurttaşlıktan ıskat edilmişler gibi, her türlü hak gasbı ve ceza onlar için yasal. Şu yurtdışındaki HDP'li 2 vekil ve Fetullah Gülen'in de içinde olduğu, Resmi Gazete'yle çağrılıp, 3 ay içinde dönmezlerse vatandaşlıktan atılacak 130 kişiden değil, milyonlardan bahsediyorum, koca bir ülkenin yarısından.

Son birkaç güne bir bakın: 13 yaşındaki bir çocuk, Erdoğan'a hakaretten 1 yıl 9 ay ceza aldı. O yaşta çocuk ilkokulu herhalde yeni bitirmiştir. Başka bir ülkede olsa, o yaştaki çocuğu mahkemeye çıkaracak polis ve savcıya, küçücük çocuğu muhtemelen oturduğu yüksek koltuktan göremeyen yargıca nasıl bakılır, tahmin edersiniz.

10 Ekim 2015'te, Ankara'nın ortasında, hem de bir barış mitinginde, 102 kişiyi kaybedenlerin aileleri ve arkadaşları, canlı bombaların patladığı eski gar meydanında hüzünlü bir anma yapmak istedi, polis gaz ve plastik mermilerle saldırarak onları dağıttı, dayak yemiş, yaralanmış, gözü yaşlı anne ve babaları takip eden polis, sığındıkları binada işkence ile onları gözaltına almaya yeltendi. Oysa 2 yıl evvel patlayan canlı bombalar IŞİD üyeleriydi, hani şu Putin'in nükleer silah kullanırız dediği IŞİD. Normal bir devlette, IŞİD'in katlettiği sivil insanları, ailelerinden evvel, o ülkenin yöneticileri anardı. Ama burada IŞİD değil, onun katlettiği yurttaşlar “düşman”.

Çocuk pornografisi, insan ticareti, yolsuzluk, uyuşturucu ve terörizm geçmişi olan ve “tehlike kaynağı” olarak görülen bireylere ne yapılacağı, yurttaşlığın geniş anlamdaki haklarından ödün verilip verilemeyeceği öteden beri tartışma konusudur. Bireye bir yurttaş olarak değil, “düşman” olarak bakılabilir mi? Türkiye düşünüldüğünde bu bakışın -yalnızca terör zanlılarına yönelik-, eskiden de var olduğu söylenebilir. Eski Başbakan Çiller'in “iç düçmanlar”, Genelkurmay Başkanlığının -bir bildirisinde- “sözde vatandaş” dediği hatırlardadır. Ancak pratikteki uygulama hiç bugünler gibi olmamıştı.

Bu teorik tartışmaların sonunda “düşman ceza hukuku” kavramı literatüre girmiştir. Alman Hukuk Profesörü Günther Jakobs'a göre, yasalara uyan insanları ve uymayan insanları ayırmak gerekir. Jakobs'a göre, ceza güncel zarardan daha önce gelir, yani zarar daha doğmadan zanlıyı cezalandırmak zorunludur, “önleyici tutuklama” böyle bir şeydir, düşmanlara verilecek ceza orantısız, aşırı yüksek hapis yaptırımı içermelidir, üçüncüsü ise usule ilişkin haklar ortadan kaldırılmalıdır. “Düşman”a “gelecekteki eylemleri” öngörülerek ceza verilebilir. Mahkum olan “düşman”a “ceza indirimi” olmaz. Eğer “düşman”, hapiste ise “avukatıyla görüştürülmez” ve “dışarıyla iletişimi” engellenir. Bu uygulamaları hak eden en yüksek suçluların -”düşmanlar”- terör zanlıları olduğunu tahmin etmek zor değildir. Guantanamo'da yıllardır devam eden durum, “düşman savaşçılar” kavramı, tam bu tartışmaya ilişkindir.

Türkiye'de 15 Temmuz bahanesiyle hapse atılan 50 binden fazla kişinin durumunun tam da böyle olduğunu hatırlatmak yeter. Şu haftalarda “Cesur Gazetecilik” ödülü alacak Ahmet Şık'ın bile “avukatıyla görüşme hakkı”, haftada yalnızca bir saattir.

Ama hakkını teslim edelim, düşman ceza hukukunun da bir sınır var; devlet düşmanı tüm haklarından, örneğin “mülkiyet hakkı”ndan mahrum bırakmamalıdır, zira devlet dönüp “düşman” ile bir anlaşma yapabilir, bir barış anlaşmasını imkânsız kılmamak gerekir. Türkiye'yi düşünün; 15 Temmuz'dan sonra devletin en yaygın uygulaması KHK'ler yoluyla “mülkiyete el koyma”dır. Düşman ceza hukukunun “ruhuna rahmet”.

Jakobs bu kavramı ortaya attığında 1985 yılıydı, tartışma o yıl ilgi görmedi. Ancak aradan 20 yıl geçtikten sonra bu kavrama olan akademik ilgi birden yükseldi. Bunu, krizdeki küresel ekonomik ve siyasal düzenin sonucu olarak yorumlamak mümkün. 11 Eylül'ü ise teorinin griliğinin yaşamın yeşiliyle test edilmesi görmek lazım. Tartışmanın başlatıcısının Alman olması ve kavramın bizatihi kendisinin Nazi hukukunu, babası Carl Schmitt'i anımsatması da bir ironi olmalı. Burada Schmitt'in “Olağanüstü Hâl” ve “dost” ve “düşman” ayrımı akla geliyor.

Normalde devlet “düşman ülkeler”e karşı “savaşta” bu tür muamelelerde bulunur. Devletin kendi yurttaşlarına karşı “düzenli bir savaş” yürütmesi her tür hukuk güvencesinin yok edilmesi demektir. Bir tür “iç” veya “milli” bir “savaş” olan bu dönemin, 15 Temmuz Darbe Girişimi bahanesiyle başlatıldığı, ülkenin “Olağanüstü Hâl kararnameleri”yle yönetildiği, parlamento ve yargının devre dışı bırakıldığı bu dönemin daha ağır bir insani tabloya yol açması kaçınılmazdır.