Hayır, sizin evinizi kurşunlamayacaklar, onların evlerini kurşunlayacaklar, rahat uyuyabilirsiniz. Orası mı? Uzak bir yer, çok ama çok uzak… Başka bir gezegende olduğu bile düşünülebilir. Hem onların canı yanmaz hiç, öldükleri zaman da ölü kabul edilmezler, paramparça edilip etraflarında zafer pozları verilmeye yararlar. Bilgisayar oyunlarında da insanlar ölmüyor mu, işte tam öyle bir şey. Hem hendek kazarak hakettiler ölmeyi değil mi? O küçük çocuk da mı hendek kazmış, yetmişlik adam da mı, mahallenin delisi de yardım etmiş olmalı hendek kazmaya, öldürüldüklerine göre. En son iki genci vurmuşlar, öldüklerine göre suçlu olmalılar, öyle değil mi?

Olaylar öyle gelişiyor ki, herkesin sırtı duvara dayanmış durumda. Belki o duvarı görmüyorsunuz, o duvarın üzerindeki kurşun deliklerini ya da kanı, ama o duvar tam arkanızda.

Boğazıma sıkı sıkı sarılmış bir el var, nefes almamı engelleyen, görünmez bir el. Boğazımı sıkması, canımı yakması dert değil, ama nefes alamamak, işte o kötü, çok kötü. Bazen gevşetiyor parmaklarını, gün güzel oluyor, boz bulanık olmaktan çıkıyor hayat, ama sonra yine…

Haysiyetsizleştirmeden yok edemezler, haysiyetsizleşerek. Yani onlar ölüyorsa, emin olun, yaşıyor olsanız da siz de ölüsünüzdür artık. Kolektif bir paranoyaya göre şekillenen hayatınızın gerçek hayatla bir ilgisi olmadığını anladığınızda, o eli siz de boğazınızda hissedeceksiniz. Bu belki hiç mümkün olmayacak. Umuttan mı bahsediyorsunuz, umutsuzluktan daha kötü sahte umutlar. Sırf canımız daha az yansın diye umut dilenmekten vazgeçtiğimiz zaman gerçek umut belirecek, başkaldırdığımız her şeyde. Haysiyet mücadelesinden başka bir anlamı olamaz başkaldırının… Franz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri”ni yeni baştan okuyup güncellemek gerek.

Her fırsatta kaçıp sığındığım balıkçılar kahvesinde şiirler okuyup nefes alma çabalarımdan öğrendiğim bir şey varsa, o da kendimi ve bu dünyanın bana dayattığı hükümleri kabullenmenin ne kadar acı verse de tek çıkış yol olduğudur. Bu kabullenişin, teslim olmakla bir ilgisi yok. Eğer fırtına kopmuşsa balığa çıkmaman gerektiğini bilirsin. O zaman da havanın dinmesini beklerken ağlarını onarır, oltanı hazırlarsın. Ertesi gün de devam edebilir fırtına, dert değil, ama sen hazırlıklı ol fırtınaya da, güzel havalara da… Bizdeki durum böyle değil. Hiçbir şeye hazırlık yok, oltalar, yani teoriler hazır olmadan fırtınaya yelken açılıyor sürekli. Yeterince hazırlık yapmadan, bir fikri geliştirmeden açık denizlere açılanlardan geri dönen olmuyor, heba oluyor onca emek, siyasette, sanatta…

Korktuğum tek şey, dünyaya olan güvenimi yitirmek. İşte o zaman tecrit olma sürecim tamamlanmış olacak; sanat yanılsamalardan ve gerçeklikten bir kaçış, siyasetse fayda esasına dayalı bir oyun olacak. Balıkçılar kahvesinde okuyup yazmam, görünmeyen yaralarımı pansumana yarıyor belki de… Etrafımı çepeçevre saran tecrit edici paranoyadan sıyrılarak düşünebilmeye… Dünya eskisinden daha kötü değil, daha iyi de değil; ama o kadar çok deneyim biriktirdi ki insanlık. Kahvenin ortasında yanan sobadan çıkan alevleri izlerken, eninde sonunda o birikimi değerlendirmeyi öğreneceğimize dair bir inanç doğuyor içimde, ısıtıyor. O an, panik duygusundan, metafizik bir şeymiş gibi yaşadığım toplumsal huzursuzluktan sıyrıldığımı hissediyorum. Hayatın akışı, önce zihinden başlıyor; akışın önündeki engellerden kurtularak. Duygular, değerler, düşünceler, o akışa kavuşmadan, sırtımızı yaslamak zorunda kaldığımız o “düşman duvar” yıkılmayacak. Turgut Uyar’ın “en uzun yaşamalı bir su” olmak dediği şiirindeki gibi, “karalarımız ve aklarımız bir duvarı yıkmaktır, anlatılır / biz, çılgın bir yürüyüşün en tetik yolcusuyuz / eririz tükeniriz, toplanır yaratırız. Bu bize aşktır…”