Salgına dair yaş, hastalık, geride kalan ceza süresi gibi daha adil ve objektif koşulların belirlenmesi yerine salgınla ilişkisi olmayan suç kategorilerinin kullanılmasında yasaya asıl niteliğini veren olgunun yansımasını görüyoruz: Düşman ceza (infaz) hukuku.

Düşman infaz hukuku

İnfaz yasası ve 10 ayrı kanunda değişiklikler yapan yasa yürürlüğe girdi. Özellikle teknik boyutu, af olup olmadığı, faydalananlar, faydalanmayanlar çok tartışıldı. Ben -belki de kışkırtıcı sayılabilecek- bir soruyla başlamak istiyorum: Şu anda cezaevlerinde tutulan bir kişi hükümlü veya tutuklu sayılabilir mi? Hatta insan sayılabilir mi?

Hükümlü ve tutukluyu sadece tutulması, özgürlüğünden yoksun bırakılması, toplumdan mutlak tecrit edilmesi, verilen cezayı çekmesi için kapatılan insan altı varlıklar olarak görüyorsanız zaten bu soru kışkırtıcı gelmediği gibi yanıtın da önemi olmayacaktır. Ancak cezaevinde tutulanların 'insan' oldukları ve 'hükümlü ve tutuklu' statüsü ile orada tutulabilecekleri basit gerçeğini kabul ediyorsak sorumuza dönelim: Nedir tutuklu ve hükümlü?

Bu sorunun yanıtını infaz yasası kapsamında ararken özelikle iktidarın yaptıklarını sorgulamaksızın kutsayanları 'yatıştırmak' için Erdoğan’ın yasanın geçmesi nedeniyle yayımladığı kutlama mesajından bir alıntı yapayım:

“… Ceza adaletinin olmadığı bir yerde vicdanların sızısını durdurmak mümkün değildir… İnfaz ve denetimli serbestlik aşamalarında çocuk, yaşlı, hasta, yeni doğum yapmış kadınlar gibi gruplar lehine bir insani yaklaşım geliştirilmiştir… Bu düzenlemedeki hükümlüler lehine iyileştirmeler ile yeni infaz yöntemleri, adaletin tecellisi sırasında vicdanların yaralanmasının önüne geçmek için getirilmiştir… Hakları, canları ve sağlıkları devlete emanet olan bu insanların salgın hastalığa yakalanmamaları için temizlikten karantinaya kadar her önlem alınıyor”.

Görüldüğü gibi yaşadığımız dönemde adaletsizliğin odağı olanlar bile, ceza adaleti ve infaz hukuku söz konusu olunca, yapılan düzenlemelerin adil ve insani olduğunu, hükümlü ve tutukluların haklarının, canlarının ve sağlıklarının devlete emanet olduğunu -en azından kamuoyuna karşı- söylemek zorunda kalıyorlar; adalet tecelli etmeli, insani olmalı cezaevindekilerin canları ve sağlıkları devlete emanettir. Kim karşı çıkabilir ki?

O zaman devletin bir kişiyi cezaevinde tutabilmiş olması bize öncelikle o kişinin tutuklu ya da hükümlü olduğunu gösterir. Hükümlü ve tutuklu dediğimizde bu statünün 'hakları ve güvencelerini' de kastetmiş oluruz. Aksi taktirde devlet 'devlet' değildir tutulan da 'hükümlü ya da tutuklu' değildir. Bu haklar ve güvenceler için de sadece ülkemiz değil tüm insanlık çok büyük bedeller ödemiştir.

İşkenceler, açlık grevleri, ölümler, infazlar, isyanlar, kanunlar, uluslararası sözleşmeler, ulusal/uluslararası kurumlar… İnfaz hukukundaki her bir 'hak ve güvencenin' arkasında devasa bir mücadele ve deneyim vardır. Özellikle ülkemizde neredeyse her dünya görüşünün geçmişinde aynı ağırlıkta olmasa da bir cezaevi adaletsizliği deneyimi ve bilgisi var. Diyarbakır, Mamak, Metris, Silivri, Sincan, Kandıra, Ebu Gureyb, Guantanamo… Bu cezaevlerindeki adaletsizlik kabulümüz işte bu 'hak ve güvencelerin' tanınmaması ve ihlali ile ilgili.

Bu hak ve güvencelerin başında ise uluslararası sözleşmeler ve ulusal hukukla güvence altına alınan yaşama hakkı gelir. Devletlerin yaşama hakkı ile ilgili pozitif yükümlülüğü ise 'makul ve uygun tedbirler' alınmasını gerektirir. Pandemik bir salgında kapasitesinin çok üzerinde hükümlünün barındırıldığı cezaevlerinde bu hakkın ihlal edileceği çok açık. Hijyen malzemelerine ve doktora ulaşımın sınırlı olduğu, dar bir alanda tek bir enfekte kişinin olmasının koğuştaki herkesi enfekte etmesinin kaçınılmaz olduğu, infaz personeli ile ilgili önlemlerin geç alınması gibi etkenler göz önünde bulundurulursa bu koşullardaki infaz, hükümlü ve tutuklunun duyduğu kaygı nedeniyle bile hak ihlali oluşturur.

Yaşama hakkı dışında, yakınlarıyla görüşme, etkinliklere katılma, izin, avukatlarıyla görüşme gibi hakların da kullanılamadığı/çok sınırlı kullanıldığı, sadece 'kapatmanın' gerçekleştirildiği bir statünün çağdaş anlamda bir 'infaz' olarak, kapatılanları da 'hükümlü ve tutuklu' olarak kabul etmek mümkün değildir. Bunun yanında süreler durdurulmuş adliyeler adeta tatil edilmişken özellikle tutuklu ve hükümlülerin adil yargılanma hakları da ortadan kalkması söz konusu.

Kuşkusuz bu durumun asli gerekçesi öngörülemeyen bir 'mücbir sebeptir' ve ne kadar devam edeceği belli değildir. O zaman bu sorunun öncelikli olarak çözülmesi gerekirdi. Nitekim birçok ülkede adımlar çok hızlı atıldı ve yaygın tahliyeler yapıldı. Bizde ise Bahçeli’nin işareti (belki de talimatı demek daha doğru) ile başlayan süreç, düzenlemenin Çakıcı’ya özgü bir af olarak algılanması ve 'Rahşan Affı' gibi tepkiler nedeniyle rafa kaldırmıştı. Ancak salgını bir fırsat olarak değerlendirip vatandaşların eve kapatıldığı bir ortamda, sanki salgın nedeniyle yasa çıkarılıyormuş gibi teklif yeniden gündeme getirildi.
Bu tespitleri infaz yasasına bağlayacak olursak; böyle bir durumda, salgın hastalık nedeniyle oluşan hak ihlalleri ve yaşamsal riskleri ortadan kaldırmak amaçlı bir yasada, bu amaçla yapılan düzenlemelerde, istisna ve iyileştirmelerin kapsamlarının buna göre değerlendirilmesi gerekirdi. Oysa salgına dair doğrudan tek atıf 53. Madde ile eklenen geçici 9. Madde'de var. Açık cezaevinde olan, açık cezaevine ayrılmaya hak kazanan ve denetimli serbestlik tedbiri altındaki hükümlülerin mayıs ayı sonuna kadar izinli sayılmasını düzenliyor. Oldukça geç kalınmış bir tedbir. Takip eden fıkrada ise belli koşulları karşılayan hükümlülerin açık cezaevine daha erken ayrılmaları olanağı getiriliyor. Ancak “Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar, Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve örgüt faaliyeti kapsamında işlenen suçlar” bu 'iyileştirmeden' istisna tutuluyor. Oysa bu suçlardan cezalarını infaz edenler zaten ağır cezalar ve açığa ayrılmadaki uzun süreler nedeniyle kapalıda oldukça uzun süreler geçiriyorlar. Bunlara rağmen ve salgına dair yaş, hastalık, geride kalan ceza süresi gibi daha adil ve objektif koşulların belirlenmesi yerine salgınla ilişkisi olmayan suç kategorilerinin kullanılmasında yasaya asıl niteliğini veren olgunun yansımasını görüyoruz: Düşman ceza (infaz) hukuku.

dusman-infaz-hukuku-719088-1.
İktidarın derdinin ne cezaevlerindeki doluluk, ne salgın ne de adil bir infaz sistemi kurmak olmadığı anlaşılıyor. Aksi takdirde tutuklulardan başlayarak acil tedbirleri alıp salgın riskini azaltırdı. Ama biliyoruz ki iktidarı motive eden iki unsur vardı: Koalisyonun devamı (MHP'ye verilen söz) ve kendi seçmeninden bir kısmının beklentisi (çocuk evlilikleri ile ilgili af).


Düşman ceza hukuku, bizim yargı pratiğimize darbe yargılamaları ve DGM’ler ile girip, altın dönemini yaşadığı Fetullahçı yargı/AKP koalisyonu zamanında yetkinleşip halen hükümranlığını sürdüren bir anlayış. Daha çok soruşturma ve kovuşturma sürecine dair pratiklerle görünür. Terör suçu kategorilerini muğlaklaştırarak ve örgüt suçlarını keyfileştirerek yargıyı, hatta yaşamın tamamını 'terörle mücadelenin' sorgulanamaz alanına hapseder. Bir kez bu mevzuatın kapsamında suçlanan kişi artık hak sahibi yurttaş olmaktan çıkıp insan ve yurttaş olarak kıymeti harbiyesini yitirmiş insan altı varlık ve eşyaya dönüşmüştür. Vicdan, cesaret ve sağduyumuzu esir alacak üçkâğıtlara da başvurur düşman ceza hukuku; gölbaşındaki polis karargâhını vuran darbeci pilot, Reina katliamcısı IŞİD canisi, köylü katleden PKK’li, meydanda bomba patlatanlar ve Fetullahçı darbe organizatörleri ile sadece görüşlerini açıklayan siyasetçiler, yazarlar, belediye başkanları, akademisyenler, avukatlar ve aktivistler aynı kategoriye hapsedilir. Hatta abartılıp, bunların yanına vakıf arazisini kiralayan bürokrat haberini yapan gazeteci de eklenir. Evet, inanmayacaksınız ama Fahrettin Altun haberini yapan gazeteci hakkındaki iddia da terör suçu! İşte tüm bunlar yürürlüğe giren infaz yasasının, düşman ceza hukukunun infaz hukukuna özgü bir uygulaması olduğunu gösteriyor.

Soruşturma ve kovuşturma aşamasında düşman ceza hukukunun hâkim olduğu bir sistemde hükümlü sıfatı alanların infaz aşamasında eşit koşullarda muamele görmeleri beklenemez. Nitekim infaz oranları, açığa ayrılma ve cezaların çektirilme koşulları daha ağır. Ama pandemik salgın ve olağanüstü doluluk iddiası ile çıkarılan bir yasada az çok adil ve objektif bir düzenleme beklenirdi. Yasada 'iyileştirme' olarak nitelenen birçok düzenlemede aynı bakış açısı geçerli. İyi halin belirlenmesinde, koşullu salıvermede, denetimli serbestliğe ayrılmada, konutta infaz gibi özel infaz usullerinde hep istisna tutulmuş geniş bir suç kategorisi var. O kadar ki geçici 6. Madde ile çocuklu kadın hükümlüler için getirilen iyileştirmeden bile istisna tutuluyor. Üzerine yargılanma sürecindeki hukuk dışılıklarla birleştiğinde belki de 'düşman ceza ve infaz hukuku' kavramının bile yetersiz kaldığı bir hukuk cehennemini yaşıyoruz.

İnfaz yasasının bir düşman ceza hukuku pratiği olduğunun güçlü göstergelerinden birisi de tutukluların dikkate alınmamasıdır. Oysa hem adaletsizliklerin hem de gerekçe olarak gösterilen doluluğun asıl belirleyeni tutuklular. Haklarında henüz kesinleşmiş bir hüküm olmayan önemli bir kısmı beraat edecek olan tutuklularla ilgili daha hızlı önlem alınabilirdi. Yaklaşık 45.000 tutuklu 36.000 hükmen tutuklu varken ve bunlar hakkında evde hapis, yurtdışı çıkış yasağı, imza verme gibi adli kontrol tedbiri ile serbest bırakılabilirdi. Yapılan düzenlemelerle isnat olunan suçtan mahkûm olsa bile cezaevine hiç girmeyecek, hatta 'alacaklı' çıkacak kişilerin tutukluluklarına devam diyor mahkemeler.

İnfaz yasasının ruhunu, teknik ayrıntılardan daha çok ortaya koyan iki olay yaşandı mecliste. İlki HDP Başkanvekili Meral Danış Beştaş Genel Kurul’da 9 Nisan Perşembe günü yaptığı konuşmada, “Ben bütün kamuoyunun gözünün önünde şunu söylüyorum: “İdris Baluken cezaevinde ölsün mü?” Sorusuna AKP milletvekillerinin verdiği “Evet ölsün” yanıtıdır. İkincisi ise Meclis Lokantasında iki AKP milletvekilinin “gazeteci” olduğu anlaşılan bir kişiyle yüksek sesle ve telefonun hoparlöründen dışarıya ses vererek yaptıkları konuşma. Konuşmayı duyan muhalefet milletvekilinin aktarmasına göre MİT yasasındaki suçların iyileştirmeden istisna tutulmasının gerekçesi tutuklu bulunan gazetecilerin tahliyesinin engellenmesi. Yani Yeniçağ Gazetesi yazarı Murat Ağırel, Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik ve Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser, Odatv Sorumlu Haber Müdürü Barış Terkoğlu ve Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ve muhabir Hülya Kılıç tahliye olmasın diye teklifte olmayan ve komisyonda görüşülmeyen bir madde gece yarısı eklenmiş oldu.

İktidarın derdinin ne cezaevlerindeki doluluk, ne salgın ne de adil bir infaz sistemi kurmak olmadığı anlaşılıyor. Aksi taktirde tutuklulardan başlayarak acil tedbirleri alıp salgın riskini azaltırdı. Ama biliyoruz ki iktidarı motive eden iki unsur vardı: koalisyonun devamı (MHP ye verilen söz) ve kendi seçmeninden bir kısmının beklentisi (çocuk evlilikleri ile ilgili af). Toplumsal tepkiler nedeniyle göze alınamıyorken, salgını bir 'lütuf' olarak buldular. İnfaz, ceza adalet sisteminin en son halkasıdır. İnfazla oynanarak önceki aşamaların adaletsizlikleri düzeltilemez. Bunun mümkün olmadığı defalarca yapılan yapboz düzenlemelerle anlaşıldı. Tahliye olacağı söylenen 90 bin kişinin yerlerinin doldurulması en fazla birkaç yıl alacaktır. Hem de çoğu şimdi salıverilenler olacaktır. Üstelik geleneksel suçlarla ilgili olarak cezasızlık algısı da cabası.

Sonuç olarak düşman ceza hukukunun elinde can çekişen ceza adalet sistemimiz bu düzenleme ile onulmaz bir darbe daha almıştır.