Açlık, susuzluk ve yorgunluğun verdiği bitmişlik duygusunu umursamıyordu da, bir şeyler “üretememenin”, yaşamını az da olsa olumluya doğru “değiştirememenin” hissettirdiği acizliğin kahrolası pişmanlığı içindeydi

Düşmanın aslında ya tam da ‘sen’sen?

FAHRETTİN ENGİN ERDOĞAN

“Bak” dedi, “Bir hikaye anlatayım sana. Yılgınlığının, umutsuzluğunun, karamsarlığının, bocalamalarının nedeninin aslında sen olduğunun, yani tüm bu sıkıntılarına neden olan tek şeyin aslında sen olduğunun hikayesini...”

Haftalardır çöldeydi. Uçsuz bucaksız, rüzgarın etkisiyle ordan oraya savrulan kumdan başka hiçbir organik “canlı”nın olmadığı bir çöldü bu.

Nereye, hangi yöne gideceğini, ne yapacağını bilemeden, tıpkı kum taneleri gibi savruldu durdu çöl okyanusunda. Hiçbir yaşam belirtisiyle karşılaşmadı günlerce. Ne bir damlacık suyu ne de bir parçacık olsun yiyeceği yoktu. Sadece yürüdü son bir umutla. Arkasında yüzlerce tepecik bırakarak yürüdü, yürüdü...

Minik bir kum tanesi gibi gezinip duruyordu kum tepelerinde. Diğer tanelerle aralarındaki tek fark kendisinin “düşünüyor” olmasıydı. Evet fiziken hâlâ yaşıyordu yaşamasına da, bir insana “yaşıyor” denmesi için onun “insani bir üretim içinde bulunması gerekmez miydi?” diye düşündü.

Annesinin, o daha küçük bir çocukken uyku öncesinde anlattığı bir hikaye geldi aklına.

Hikayeye göre, Amerika’nın yerli Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri çocuklara eğitim veriyordu.

Onlara dedi ki:

“İçimde bir savaş var. Korkunç bir savaş. İki kurt arasında. Bu kurtlardan birisi; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, açgözlülüğü, kibri, kendine acımayı, suçluluğu, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, yapmacık gururu, üstünlük taslamayı, egoyu ve teslimiyeti temsil ediyor.

Diğeri ise; huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, zevki, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardım severliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti, inancı ve zorluklara direnmeyi temsil ediyor.

Ama aynı savaş sizin içinizde de sürüyor ve diğer tüm insanların içinde de!”

Çocuklar anlatılanları anlamak için bir süre düşündüler ve içlerinden biri, “Peki sonunda hangi kurt kazanacak?” diye sordu.

Yaşlı Cherokee kısaca cevapladı: “Beslediğiniz kurt!.’’

***

Sonsuz kum deryasına gözlerini dikip, “İşte” dedi, “Beni bu kum tanelerinden ayıran şey tam da bu! Bir insan olarak, canlı, yaşayan bir insan olarak üretmek ve hayatı değiştirme gücü...”

Buraya, bu çöl yığınına savrulmadan önce hemen her sorun karşısında, korkuyu, kibri, kendine acımayı, suçluluğu, küskünlüğü, yapmacık gururu, yalanları, yani teslimiyeti temsil eden kurda yenik düşüyordu hep.

Yapmayı istediği şeyleri yapamıyor, “olmuyor” diyordu. “Engel var” diyordu. “Olanak yok” diyordu. “Yapamıyoruz, başaramayacağız” diyordu.

Şimdi, şu anda fark etti ki, aslında olmayan şey kendisinin yapabilme gücünü kullanmamış olması, gerekçeler üretmesiydi. Karşısına çıkarttığı küçüklü büyüklü sorunlardan oluşan kum tepelerini aşmaya yeltenmemişti bile.

“Önümdeki tek engel meğerse kendimmişim” dedi, dizlerinin üzerine çöküp.

“İnsan kalmanın koşulu biyolojik/organik bir canlı olarak yaşamı sürdürmek değil, dünyayı değiştirme gücünü harekete geçirmektir. Eğer bu yapılmazsa, şurdan şuraya savrulan kum taneciklerinden ne farkımız kalır ki?..”

“Evet tamam, hayat, düşünmediğimiz zorlukları dikiyor karşımıza. Bize iyi şeyler sunmuyor. Sorunlar, etrafımızı kuşatan yüksek duvarlar gibi kuşatıyor gökyüzümüzü. Boğuluyoruz ve nefes alamıyoruz. Ama... Ama bunu kabullenmek ve kabuğuna çekilerek bir köşeciğe sinmek, karşımızdaki düşmanın bize yapacağı kötülükten daha da kötü değil mi?..”

“İçimizdeki, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardım severliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti, inancı ve zorluklara direnmeyi temsil eden kurda ne oldu?..”

Açlık, susuzluk ve yorgunluğun verdiği bitmişlik duygusunu umursamıyordu da, bir şeyler “üretememenin”, yaşamını az da olsa olumluya doğru “değiştirememenin” hissettirdiği acizliğin kahrolası pişmanlığı içindeydi.

Bunları düşünürken, gözlerini aralayıp önünde uzanıp giden düz çizgiye baktı. “Hayır” dedi, “Yenilgi buraya kadar!..” Bir avuç kum aldı ve yavaşça doğruldu diz çöktüğü yerden. Kolunu yukarı kaldırıp, elini açtı. Rüzgar, avucundaki kum tanelerini ileriye doğru savurdu.

Kocaman bir tebessüm yüzüne yayılırken, tam o anda şunu düşündü:

“Ben, bu dünyayı değiştirdim!..”

***

“Bu hikayeyi belki bir ‘avuntu’ olarak görebilirsin” dedi dostum. “Fakat unutma ki, bir avuç kumun o eski yerinde olmadığı bir dünya artık bu. Ve değiştirilmiştir!.”

Yeniden kurulmayı bekleyen bir çocuk gibi, oturduğum yerden kalkıp sarılasım geldi. Yapamadım nedense. Şu masaya otururken boğazım düğüm düğümdü ve dokunsalar ağlıycaktım. Oysa şimdi, tarif edemediğim bir coşkuyla hafiflemiştim. Kafamın içinde birbirini boğazlayan sözcükler, beslemeye karar verdiğim kurdun hangisi olduğunu işaret ediyordu artık. Teşekkür ettim. Tokalaştık. Ve yeniden görüşmek üzre sözleşip ayrıldık.

Ayrı yönlere doğru birkaç adım atmıştık ki, geriye dönüp bana seslendi:

“Ben seni çok iyi anladım. Ama sen de şunu anla ki, eger yaşamını değiştirmek istiyorsan HİÇBİR ŞEY ASLA GEÇ DEĞİLDİR!..”