Bisikleti yerleştirmeye çalıştığım sırada, Çince “Çek git başımdan be. Kendini ne sanıyorsun” diye birini azarladığını duyunca, “olacağı buydu” dedim. Azarlayan, az ötemdeki çöp kutusunu karıştıran ve bulduğu yiyecekleri köpeğine veren, bazısını da kendi yiyen bir HK yoksulu. Azarlananlar ise iki turist genç kadın.

Birkaç saniye önce, kadınlardan birini elindeki kutuyu çöpü karıştırmakla meşgul bu adama doğru uzatıp “Elmalı turta almaz mısınız? Bir tane alın” derken görmüş ve başlarına geleceği daha o saat anlamıştım. Azarın üstüne, kadın şaşkın ve soran gözlerle “Neden kızdığını anlamadım, kötü bir şey yapmadık ki” dedi. “O beyaz adam merhametiyle anlamanız zor. Bunun için çok fırın ekmek yemeniz lazım” demek geldi dilimin ucuna. Yeri gelmişken bu konuda iki laf edeyim. Memlekette “merhamet” kavramını “vicdan” diye satmaya çalışıyorlar. Göründüğü kadarıyla, özellikle ana-akım medya çevresinde çok alıcısı var. Oysa ikisi aynı şey değil. Merhamet, güçlünün güçsüze acıma duygusu, insaf göstermesidir; yani bir nevi lütufta bulunmasıdır. Velhasıl, pis bir sağcılıktır. Vicdan ise her şeyden önce adalet duygusudur. Dolayısıyla, eşit düzeyli ilişki gerektirir ve minnet duygusuna yer yoktur.

Buranın yoksulları şehrin merkezi yerlerinde pek görünmezler. Finans kapitalin pompaladığı “herkes için refah-refah toplumu” yalanını o yoksul varlıklarıyla ifşa etmekten imtina ederler. Şöyle desem pek yanlış olmaz: Şehirdeki bunca zenginliğe rağmen, o perişan yaşamlarının tamamıyla kendi kusurları olduğuna inandırmış finans kapital bu insanları. Göründükleri bölgeler varlıklarıyla HK kapitalizminin ele güne karşı karizmasını çizecekleri yerler sayılmaz. Evime birkaç yüz metre mesafedeki Jordan bölgesi de böyle yerlerden biri. Bu bölgede gerçek Çin yiyeceklerinin bulunabileceği çok sayıda küçük-orta boy lokanta var. Genellikle cüzdanı ince veya otantik Çin yemekleri arayan turistlerin akınına uğruyor. Daha önce iki yazıma konu olan Lily’nin de burada küçük bir yeri var. Bu hikâye de işte orada geçiyor.

Olanları gören Lily’nin ortağı, “O sadece Lily’den yardım kabul eder” dedi. Yiyecek ve bir büyük bira aldım ve bisikletin yanındaki masaya oturdum. “Bir şişe biram var. Bunu benimle paylaşmak ister misin?” diye seslendim. Beni şöyle bir süzdü, “Olur” dedi ve torbasını da alıp karşıma oturdu. Biradan yarım bardak aldım. Onun bardağını doldurmak için uzanmıştım ki “gerek yok” deyip şişeyi elimden aldı ve bir dikişte yarısını götürdü. Biraz nefeslenip bir daha dikti ve boşalmış şişeyi bırakırken “Bir şişe daha içerim” dedi. Biraları Lily’nin ortağı getirdi ve “Lily yolda, biraz sonra burada olur” deyip gitti. Bozuk bir yüz ifadesiyle “Lily’yi nereden tanıyorsun” diye sordu. “Eskiden aynı sokakta oturuyorduk” dedim. “İyi o zaman” dedi ve benim birayı alıp dikti. Kendi birasını içmeye hazırlanıyordu ki gözleri parladı, âşık bir adamın belli etmemeye çalıştığı o heyecan ifadesi oturdu o çekik gözlerine. Lily’nin geldiğini o an anladım. Lily benim tarafıma oturunca yüzü tekrar bozuldu. “Bira almaya gidiyorum” diye kalktım ve dönüşte onun tarafına oturdum. İki şişe birayı poşet içinde sözde kimseye çaktırmadan ayaklarının dibine bıraktım, o da aynı ölçüde çaktırmadan alıp torbasına attı.

Hikâyesini sonraki gidişimde anlattı Lily. On yıl kadar önce, daha iyi bir yaşam ve yırtma umuduyla HK’a göç etmiş. Ne kadar uğraştıysa da zarlar bir türlü istediği gibi gelmemiş. Payına yoksullukla boğuşmaktan fazlası düşmemiş. Yoksulu beter ezen bu şehre katlanamayan karısı sonunda küçük kızlarını da alarak Çin’e geri dönmüş. Bir zaman sonra dostumuz da ipin ucunu salmış. Omuzlarında (Lily’ye aşık olmak dışında) hiçbir sorumluluk olmadan yaşamanın akışına bırakmış kendini. Lily, “Eskiden böyle değildi, epey toparlandı” dedi. Ee, aşk bu; yaşama tekrar tutunma umudu ve mücadele amacı. Pepe Mujica’nın dediği gibi “İşte de, aşkta da, politikada da mücadele etmek lazım, düştüğünde ayağa kalkıp devam etmek lazım. Asıl kaybedenler vazgeçenlerdir”…