Son iki gün art arda iki felaket yaşandı. Önce, sosyal medyaya sansür getiren hükümet teklifi yasalaştı. Sonra, onlarca madenciyi yitirdiğimiz Bartın’daki maden ocağındaki patlama geldi.

Düşünce polisleri iş başında
Emin Alper’in Altın Portakal’da yaptığı konuşma gündem olmuştu. (Fotoğraf: Depo Photos)

Soma Maden faciasından sekiz yıl sonra bu kez Bartın Amasra’da bir felaket yaşandı. Bu satırları yazdığım sırada ocaktaki yangın devam ediyor, can kayıpları yükseliyordu. Tıpkı özelleştirilen madenlerde olduğu gibi kamu kurumlarında denetimlerin yetersiz olmasının bir sonucuydu yaşananlar. Sayıştay’ın üç yıl önce Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ilişkin, grizu patlama riski ve iş güvenliği konusunda yeterli önemlerin alınmadığını saptayan raporu dikkate alınmamış, CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz’ın gerçekleri ortaya koyan önergesi Meclis’te AKP oylarıyla reddedilmişti.

Bugün, yalnızca resmi açıklamalar yayınlanacak hükümetin yayın organlarında. Yetkililer üzgün suratlarla cenaze törenlerinde, televizyonlarda boy gösterecek. Ve, birkaç gün sonra her şey unutulacak; gerçeklerin üzerine gidenler düşmanlaştırılacak.

Bu satırları yazdığım sırada, televizyonlar bir açıklama yayınlıyor. Önceki gün çıkan yasa gereği harekete geçen Siber suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı, hiç vakit kaybetmeden “vatandaşlarımızı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik eden, provokatif paylaşımlar” tespit etmiş ve adli işlemler başlatılmış.

HAKİKAT BAKANLIĞI

Siber Suçlarla Mücadele Dairesi’nin duyurusunda, “Internet ortamında 7/24 esasına göre sanal devriye faaliyetleri” yürütüleceği belirtiliyor. Yeni yasanın ilk uygulamasının bu üzücü kazanın ardından başlaması, hükümetin hiçbir konuda sorumluğu kabul etme niyetinde olmadığını gösteriyor. Sanal ortamda denetim yapılması yanlış bir şey değil. Irkçılık, ayrımcılık, pornografi, özellikle çocuk pornografisinin özgür dolaşımını savunacak değiliz elbette. Ama, ‘yanlış haber’ tanısı konularak her türlü eleştirinin yasaklanabilmesini de onaylayacak değiliz.

Örneğin, yaşanan kazada hükümetin sorumluluğunu vurgulayan paylaşımlara da ‘yanlış haber’ denilerek ceza verilecek mi? Kim karar verecek, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna? İktidar sahipleri mi? Peki, onların açıklamalarındaki yanlışları kim denetleyecek? Her halde, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Siber Suçlarla Mücadele Dairesi değil!

Bu gelişmeler, ister istemez, George Orwell’in başyapıtı “1984”ü çağrıştırmıyor mu? Yurttaşların düşüncelerindeki ‘yanlış’ları ayıklamakla görevli ‘Hakikat Bakanlığı’ gibi bir şey mi bu Daire Başkanlığı? Orwell, 1984’te “bilinçli yanıltma” yöntemlerini ustalıkla kullanan bir Bakanlık hayal etmişti. Orwell’in Nazi Almanyası’nda ve Stalin Rusya’sında yaşananlardan yola çıkarak ortaya koyduğu tasavvurunun gerçeğe dönüştüğünü görüyoruz günümüzde, İran’da, Rusya’da, Çin’de ve benzeri ülkelerde… Orwell’in kitabında belirttiği gibi “gerçekler partinin denetimi altındadır” bu ülkelerde. ‘Düşünce polisleri’ görev başındadır. İran’da ‘Ahlak polisleri’ kadınların giyimini kuşamını denetler, tüm otoriter/totaliter rejimler muhalif basın organlarına dünyayı zehir eder. Sıradan vatandaşların kendilerini ifade ettikleri tek ortam olan sosyal medya bu ülkelerin ‘tek adam’larının en büyük korkusudur.

YÜKSELEN FERYAT

Toplumun acılarını beyazperdeye yansıtan sanatçıların maden işçilerinin sorunlarına duyarsız kalması düşünülemezdi. Yavuz Özkan’ın “Maden”i ülkemizde büyük ses getiren bir film olmuştu. Bu temada, Erden Kıral’ın “Yük”, Sinan Çetin’in “Bir Günün Hikâyesi”, Metin Kaya’nın “Derin Çığlık / 263”, geçen yıl izlediğimiz Muhammet Çakıral’ın “Lacivert Gece”nin yanı sıra, Soma faciası üstüne yapılan belgeselleri sayabiliriz. Dünya sinemasından da pek çok örnek belleğimizde. Claude Berri’nin, “Emile Zola’nın romanından uyarladığı “Germinal” adlı başyapıtından, Şili’de 2010 yılında meydana gelen maden kazasının ardından günler süren kurtarma sürecini anlatan Patricia Riggen ve Checco Varese’nin “33” adlı filmine kadar pek çok film yapıldı.

Beyazperdeden yükselen feryatlar yalnızca maden kazalarını konu almıyor. Toplumun tüm sorunları dünyada ve ülkemizde sinemanın gündeminde… Hakikat arayışı, bu yıl Antalya Film Festivali’nin galibi iki film, Özcan Alper’in “Karanlık Gece” ve Emin Alper’in “Kurak Günler” filmlerinin ana temasıydı. Haksızlıklara karşı duran onurlu insanların mücadelesini, sorunlar/yanlışlar karşısında suskun kalan bireyin iç hesaplaşmasını, erkek egemen toplumun ikiyüzlülüğünü ve taşradaki linç kültürünü beyazperdeye taşımıştı yönetmenlerimiz. Ve Jüri, doğru bir değerlendirme ile bu iki filme hak ettikleri ödülleri verdi.

Ödül töreninde, yalnızca Özcan Alper ve Emin Alper (akrabalıkları olmadığını belirteyim, bilmeyen okurlar için) değil, tüm sanatçılar günümüzün karanlık ortamını eşleştiren konuşmalar yaptılar. Kimi, Cumartesi Annelerinin acısını vurguladı, kimi başta Mücella Yapıcı tüm ‘Gezi’ tutsaklarına selam gönderdi, kimi Boğaziçi Üniversitesi’nde Mithat Alam Film Merkezi yöneticilerinin görevden alınmalarını kınadı. Henüz yapmadığı bir belgesel gerekçesiyle cezaevinde yatan Çiğdem Mater ve Mine Özerden’in adlarını anmadan sahneden inen sinemacı olmadı neredeyse. Jüri de, Cahide Sonku Ödülünü Çiğdem Mater’e vererek, sinemada özgürlük mücadelesi verenleri onurlandırıyordu. Cezaevinden bir mesaj gönderen Çiğdem Mater de şu anlamlı sözlerle karşılıyordu bu ödülü: “Sevgili Cahide Sonku. Çok teşekkürler. Rol ezberliyorum diyerek Cumhurbaşkanına gitmeyi reddettiğin için; seni ayağına çağıran milletvekillerini ‘Ben Cahide Sonku’yum’ diye terslediğin için. Hiç kimseye eyvallahın olmadığı için. Yolun yolumuzdur”.

Çiğdem MaterÇiğdem Mater

Jüri başkanı Yeşim Ustaoğlu törendeki konuşmasında “Bizler, sanatçılar umudun inatçılarıyız; ısrarcılarıyız” diyerek tüm sanatçıların duygularına tercüman oluyordu. Antalya’dan tam yedi ödülle ayrılan, yılın en başarılı yönetmeni Emin Alper, törende yaptığı konuşmada Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan hukuksuzluktan yola çıkarak şunları söylüyordu “…Sadece Boğaziçi Üniversitesi değil, zorbalığa karşı direnen herkes kazanacak. Gezi direnişçileri kazanacak... Zalim mollalara direnen kadınlar kazanacak. Bütün bu direnişçiler tiranlara, zorbalara şunları söylüyor: Kazanamayacaksınız. Tarih sizin yanınızda değil. Yıllar sonra hatıranızın önünde eğilecek kimse bulamayacaksınız”.

Bu söylem iktidar basınının hakaretleri ile karşılanırken, sanatçının “Kurak Günler” için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan aldığı destek gündeme getirildi. Devlet parasıyla ‘devlet düşmanlığı’ yapmakla, üstelik Bakanlığa verdiği senaryoyu çekim sırasında değiştirmekle suçlanıyordu Emin Alper. Yönetmen, yanıtında Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Destekleme Fonu’nun biat karşılığında verilen ulufe değil, sinema seyircilerinin aldıkları biletlerden kesilen rüsumlarla, yani hepimizin vergileriyle oluşturulmuş bir fon olduğunu belirtiyor, bu “ülkedeki haksızlıklara karşı sesimizi çıkarmamamız şartıyla verilmiş bir destek değildir" diyordu. İktidar sözcüleri de, sanatçıların yanı sıra Antalya Festivali’ni de hedef alıyor, Aydınlık Gazetesi “Altın Portakal’dan Waşington Portakalı”na diye başlık atıyordu.

Seçimlere yaklaşırken, ifade özgürlüğümüzün sınırlarının daha da daraltılması sürpriz değil… Sanatçılarımızın hakikat ve adalet arayışının süreceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.