Yaa, işte böyle Erdem…

‘Erdem Gül-Silivri’ adresli zarfın üzerinde zaten “görülmüştür” yazacağından, yani içeriğini başkaları da okumuş olacağından, bu hafta köşemden ahkâm kesmek, tahlil mahlil yapmaya çırpınmak yerine, varsın başkaları yine okusun, seninle dertleşeyim istedim.

68 gündür sen içeridesin ve 68 gündür bizler dışarıdayız. Senin orası tanım gereği soğuktur, burada güneş var diye nispet yapacak halim, dermanım yok.

Mersin’de ısıran bir güneş var, güneşe kanıp sıcak sanmayacaksın. Güneş var sıcak yok. Zalim’in kudurduğu bir memlekette güneşin ısırmasına niye şaşırayım ki.

Aslında sana anlatacak pek bir şeyim yok, hepsini izliyorsundur. Senin durumunda izlemek, mecburiyet; ama dışarıdakilerin izlemek mecburiyeti, sadece mahcubiyet, hepsi bu…

İleride ‘tarihte bu hafta’ gibi bir şeyler okuyanlar yaşadığımız haftanın sıkıştırılmış bir tarih olduğunu da görecekler. Son bir haftaya sığdı memleketin bütün ahvali.

Cizre’de bodrumdakiler hâlâ ölümü, akademisyenler tutuklanmayı bekliyor, mülteciler yine boğuluyor ve manşetlerde yine Suriye, Cenevre, Rusya ve bir kez daha uçak ve hep başkanlık var.

Apartman bodrumunda ise sadece ‘Kürt’ gençleri öldürülmüyor, kendini ‘dişine kan değmiş Kurt’ olarak görmesi istenen ‘Türk’ gençlerinin insanlığı da öldürülüyor.

Kısacası, bir yanda can kurtaramayan ambulanslar bir yanda can alan tanklar…

Çünkü faşizm böyle bir şey…

Ama faşizm çok aciz ve acizlerin güçlü kalabilmek için vahşileştiği tek seçenek.

Bak işte 12 Eylül faşizminde bizler de idamı beklerken on yıl filan yatıp çıkmıştık. Avukatım Mehdi abiye mahkemenin gidişatını sormuştum o sıralar; “takma kafana” demişti, “en fazla asarlar!”

Şimdi de senin için ve Can için müebbet istemiş olsa da müddeiumumi, ciddiye almıyorum, kısa sürede çıkacağınızı umuyorum.

Artık yıllarca rakı ve kahkahalar eşliğinde senin mahpus hatıralarını dinleyeceğiz, mecbur. Ama geçenlerde madem Doğan (Tılıç) ağır mahkûm hatıralarıyla seslendi sana, eksik kalmayayım. Seninle empati yapayım.

Şimdi dışarıda sahip olamayacağın denli vaktin vardır. Dışarının gündelik yaşantısından uzakta, kılı kırk yarıyorsundur, mahpusluğu bilmeyenler inanamaz gerçi, ama hakikat şu ki her bir şeye daha nesnel bakma şansına sahipsindir. Çünkü her şey fiziksel olarak uzağındadır ve baktığını -kafeste de tutulsan!- bir ‘kuşbakışı’ ile görebiliyorsundur!

Yani mahpusluk zanaatı böyledir, bizim gibilerin bir vakitler yaptığını tekrarlıyorsundur. Ben de o vakitler kendim için yazdıklarımı burada senin için tekrarlıyorumdur, seninle muhtemelen o günleri yâd ediyorumdur!

Çorba gelecektir. Sabah saat altı otuzdur. Birazdan güneş de doğacaktır, mecburen! Başın ellerin arasında dirseklerin dizlerinde, kıpırtısız oturuyorsundur. Bir metre ötendeki duvara, gözlerinle, sevdiklerinin resimlerini çiziyorsundur. Bir sigara içimi sessizliğinde, eski anılarını yeni düşlerinle harmanlıyorsundur. Sen de biliyorsundur ki umutsuzluğun gayya kuyusuna düşelim diye tutunacak dallarımızı birer birer kesmektedirler. Yine biliyorsundur ki beceremeyecekler. Üzerimize yükledikleri töhmetin altında bizler ezilmedik ama mutlaka onlar ezilecekler.

Yeter ki her sabah içtiğin sabah çayının kokusundan, avucunda küllenmiş koru ile yanan, biraz önce tazelediğin sigarandan, ille de çıkar çıkmaz yapacaklarını tasarlamaktan vazgeçme...

Ama bilesin ki, çıkmadan önce yeni bir meslek de edineceksin. Duvar eskiteceksin! Duvara baka baka duvar eskiteceksin. Aslında duvar da sürekli sana bakıyor olacak. Ve asıl meselenin duvarın seni eskitmemesi olduğunu asla unutmayacaksın. Gerçi duvara baktığının çoğu kez farkında bile olmayacaksın. Sonra bir an gelecek, duvara baktığının farkına varacaksın.

Şaşıracaksın.

Bu kez duvara şaşarak bakacaksın. Şaşırmak, yaşadığının ayrımına varmaktır. Yaşamak güzel bir meslektir.

Can’a selam söyle. Gözlerinden ve gözlerinden öperim.