Devletin koruma duvarını pek iyi anlatan eski içişleri bakanlarından Mehmet Ağar’ın dediği gibi duvardaki tuğlalardır onlar. Arabasına konulan bomba ile öldürülen sevgili Uğur Mumcu’nun eşi sevgili Güldal Mumcu’ya söylediği gibi “bir tuğla çekilirse tüm duvar yıkılacaktır.”

Duvardaki tuğla çekilmedikçe…

Siyasi cinayetlerin uzun çok uzun bir tarihi, tarih içinde de etkin ve karanlık bir şöhreti var. Katiller de maktuller de sistemin egemenleri tarafından belirleniyor; ama aynı zamanda egemenler arası çatışmaların, iktidar kavgalarının ya da terör örgütlerinin yöntemi de olabiliyor siyasi cinayetler, suikastlar. Siyasi cinayetlerden söz edeceksek terör örgütlerinden ve devlet denilen büyük organizasyonun, ilişkiler zincirinin zırhlı dünyasına sığınarak iş gören katillerden başlamakta hiç bir sakınca yoktur. Oradan başlayalım ama devleti anlatmadan onları anlatmak mümkün değildir.

Devlet, kural olarak egemen sınıfların çıkarlarını koruyup kollayan, aynı zamanda toplumun onayını almak zorunda olan bir örgütse, toplumu ikna etmek zorundadır. Günümüzde devletlerin pek çoğu “demokratik” olduklarını, uzun bir mücadele sonunda -halkın etkin katkısını ihmal ederek- demokratikleşmeyi başardıklarını ilan ederler; demokratik devletin düzeni korumak görevinin her şeyden önce geldiği konusunda da toplumun desteğini almakta zorlanmazlar.

Kişiler, bireyler arası uzlaşmazlıkları, sistemin iç işleyişinden, çelişkilerinden kaynaklanan sorunları, çıkar çatışmalarını çözmek ki burada devletin kendi önceliklerini öne alması, genellikle bürokrasinin dokunulmaz olmasa bile ciddi bir şekilde kayırılması gerekir; uluslararası alanda var olmak, kendisiyle özdeşleştirdiği ulusun çıkarlarını korumak olarak biçimlenir devlet.

Burada daha ayrıntılı bir tablosunu, yenimiz değil ama yerimiz dar olduğundan çizemediğimiz devletin gittikçe genişleyen büyüyen, belirsiz bir dünyaya dönüşen sırları vardır. Zaten “devlet sırrı” kavramı da kamudan gizli işlerin “de facto” yasallığının, meşruiyetinin neredeyse itirazsız kabul edilmesini sağlayan bir durumu anlatır. Devlet sırrı kavramı asıl olarak kendini uluslararası ilişkilerdeki zorunluluklara dayandırarak meşruiyet kazanır. İstihbarat örgütlerinin varlık nedeni bu sırlardır. Devletler sırsız olamıyorlar; ama kimi zaman sırrın sınırı öylesine belirsizleşir ki devletin egemenlik alanı ile çelişen insan hak ve özgürlüklerinin ne zaman, neden, nasıl sınırlandırıldığı anlaşılmaz olur.

“YOK KANUN YAP KANUN”

Devletler kuşkusuz yasalarla bağlıdır ve bu yasaları yapan en önemli organlar her ülkede farklı özellikler taşısalar da meclislerdir. Yasaları onlar yaparlar. Ama her zaman değil. Var olan yasaları bir günde etkisizleştiren, anayasaları bir çırpıda hükümsüz kılan darbelerle de devlet birden bire değişiverir. O zaman devlet, yasaların yerini egemenin aldığı, -o artık her kimse ya da her neyse, -12 Eylül cuntasını, Evren’i ya da seçilmiş sosyalist Başkan Allende’yi deviren Pinochet’i hatırlayın- “istisnayı-olağanüstü hali” olağanlaştıran devlete dönüşür. Kimi zaman görece uzun ömürlü, kimi zaman da bir saman alevi gibi parlayıp sönen zamanlara sığar devletin bu halleri. Öyle zamanlarda yazılı yasalar metinler sık sık görmezden gelinir, egemenin yorumu esas alınır.

Osmanlı’nın son yıllarını ve otoritelerini idamlarla kurabilen paşalarını “Zeytindağı” adlı eserinde pek güzel anlatan Falih Rıfkı Atay, Cemal Paşa’nın “Boyacıköy’deki yalısında son günlerinden birinde: -Bir şey yapmak istiyorum, kanun karşıma çıkıyor, kanun nedir? Ben yaptım ben bozarım” dediğini aktarır. Enver Paşa’nın da meşhur sözü değil miydi: “-Yok kanun, yap kanun.” Şikâyet eder Cemal Paşa: “Yaparım olur, bozarım olmaz!”

Bu alışkanlık devletin sık sık başvurulan kadim alışkınlıklarındandır. Kuşkusuz zaman ilerledikçe yeni yöntemler, yeni modeller gündeme gelir. Böyle zamanlarda sırlar genişler, belirsizleşir, kimi zaman devleti yönetenleri de zor durumda bırakacak boyutlar kazanabilir.

İşte bu noktada, devletin sırlarla dolu dünyasının alacakaranlığında iş gören, devletin çetrefil yapısında kendine sığınaklar bulan, darbe yapmaya girişecek kadar güçlenebilen terör örgütlerinden, devletin gizli işlerinde kullanılan ama sonra o gizli işlerin bedeli olarak dokunulmazlık isteyen mafyadan, çetelerden söz etmek gerekir. Onlar siyasi cinayetlerin ön safında yer alırlar. Kimi zaman kurban edilebilir, tutuklanabilir, itibarsızlaştırılabilirler ama beklentileri yasa dışı işlerinin görmezden gelinmesidir. Umdukları olmayınca hırçınlaştıkları da görülmüştür. Devletin koruma duvarını pek iyi anlatan eski içişleri bakanlarından Mehmet Ağar’ın dediği gibi duvardaki tuğlalardır onlar. Arabasına konulan bomba ile öldürülen sevgili Uğur Mumcu’nun eşi sevgili Güldal Mumcu’ya söylediği ya da daha doğrusu itiraf ettiği gibi “bir tuğla çekilirse tüm duvar yıkılacaktır.”

KATİLİ DEĞİL MAKTULÜ SUÇLAMAK

Uğur Mumcu cinayeti hâlâ tam olarak açıklığa kavuşturulmamış hâlâ o tuğla çekilmemiştir. Uzunca bir süre çalıştığım Cumhuriyet gazetesinin çatı katındaki toplantı salonunun uzun duvarı siyasi cinayetlerle yitirdiğimiz yazarlarımızın fotoğraflarıyla doluydu. Eli kanlı çeteler siyasi cinayetlere hiç ara vermediler. Kanlı Pazar’da, 77 yılının kitlesel 1 Mayıs’ında can almaya devam ettiler, DİSK’in efsanevi lideri Kemal Türkler’i daha pek çok sendikacıyı, aydını katlettiler. 12 Eylül cinayetlerini sevgili kardeşim Mustafa Hayrullahoğlu’nu, Metin Göktepe’yi, Hrant Dink’i öldürenlerin devletin alaca karanlığında gizlendiklerini, o karanlıkların içinden aldıkları destekle öldürdüklerini herkes biliyor. Gezi’de kıydıkları gencecik insanları, 15 yaşında öldürülen karakaşlı Berkin Elvan’ı, Suruç’ta, Ankara Garı önünde öldürdükleri insanlarımızı unutmak mümkün mü? Neredeyse arasız, aralıksız ve işte en son HDP Bürosunda katledilen gencecik Deniz Poyraz…

Ve ne oldu? Şimdi devletin yetkililerinden inandırıcı bir açıklama, hiç değilse “katilin arkasındakiler bulunacaktır” sözü beklenirken, katili teröristi değil, maktulü öldürüleni, o gencecik kızı suçlayan sözler duydu insanlar. Bu nedir? Bu tuğla itirafının daha açık, daha çıplak halidir.

Devlet nihayetinde soyut bir kavramdır ama devletler somuttur. Hitler’in 3. Reich’ı nasıl somut ve gelmiş geçmiş en vahşi devleti anlatıyorsa, Sovyet devleti de halkın en temel sorunlarını çözmüş olsa da devamını getirecek güç bulamayan bir devlet olarak tarihe geçti. Hobbes, büyük bir savaş tehlikesinden uzaklaşmak için zorunlu gördüğü monarşinin yanı sıra demokratik devleti de bir ütopya olarak kaydetmişti. Batının demokratik devletleri şimdi sistemin sinir uçlarına dokunmadığı sürece temsili demokrasi denilen ama gerçekte halkın gerçek bir temsilini yansıtmayan modelle devam edebiliyorlar.

***

Türkiye çok gelgitli bir süreçte demokratik devleti arıyor. Ne yazık ki şimdiki gidiş geriye doğrudur. Alacakaranlığın daha da koyulaşma ihtimali yüksektir. Hitler’in hukukçusu Carl Schmitt’e göre, olağanüstü hal, olağanüstü önlemlerin uygulanmasını gerektiren her türlü ciddi, acil, siyasi veya ekonomik karışıklık durumuna dayanır. Böyle bir durumun varlığına karar verecek olan ise egemenin kendisidir. Ama böyle bir saptama yapılabilmesi, öncelikle “dost - düşman” ayrımı yapılmasını, bir düşman kampın varlığını gerektirir. Bu tez, Türkiye’de gidişi eleştirenlerin, itiraz edenlerin, muhalefet partilerinin, kamplaşmayı kışkırtan söylemlerle terör yanlısı ya da terörist ilan edilmesinde kendine yer buluyor. Bu tablonun “durumdan vazife çıkartanlara” kapı açması ciddi bir tehlikedir.

Kuşkusuz bu türden bir yola özenenlerin unutmaması gereken gerçek, yükseliş dönemini mutlak iktidarla taçlandırmak isteyen uzun ya da kısa ama geçici başarılar kazananların tam tersine, inişe geçmiş siyasetlerin başarı şansının fazla olmadığıdır...