Gece… Nemli ve sıcak havaya teslim olmuş, denizin ortasındaki kayığın içine yatarak gökyüzündeki yıldızlara bakıyorum. Böyle havalarda kapalı bir yerde kalmak istemiyordum, etrafımda duvar ya da duvarı çağrıştıracak bir şey olmamalıydı. Bütünüyle açık hava, bütünüyle açık anlam… Neden anlam?.. Her yerde manipülasyonla ilgili şeyler duyar olmuştum. Peki, insan kendi kendini manipüle eder miydi? Sözlükte, manipülasyon için, “yönlendirme”, “seçme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirme” yazıyordu. Bilgileri değiştirme “anlam”la ilgiliydi, anlamını değiştirme. İnsan, kendi kendini manipüle edebilirdi, ediyordu, sadece siyasette ve medyada yaşanmıyordu manipülasyon.

Lacan’ın “anlam”la ilgili sözlerini düşündüm. Lacan, “anlam”ın, “öteki”nin mahallinde belirlendiğini; demek istenilen şey ile duyulan şey arasında her zaman bir fark olduğunu söylemişti. “Anlam”ın ne olacağına çoğu zaman duyan karar verir, dile getiren değil. Peki ama, taraflardan bağımsız olarak, “hakikat” dile getirenin de, duyanın da dışında olabilir miydi?

Cortazar’ın, “Andres Fava’nın Güncesi”nde dile getirdiği, “açıklama üşengeçliği”nin ve “anlam”a sırtının dönmesinin nedenini belki de “anlam”ın bu güvenilmez yapısında aramak gerekir. Cortazar, tıpkı şu an benim gibi, yazarken etrafında duvar ya da benzeri bir şey istememişti belki de. Verdiği örnekte, Cezanne’ın resimlerini seven birinin, Cezanne’la ilgili yazılmış kitapları da severek resmin nasıl uzağına düşebildiğine değinir; artık başkasının gözüyle Cezanne’a bakmakta ve yaşadığı o açıklanamaz ilk duyguya yabancılaşmaktadır. Cezanne’la ilgili yazılmış o kitap ya da kitaplar, “anlam”ı değiştirmiş, belki de o adamı manipüle etmiştir. “Araya girip etkilemeler ne korkunçtur” der Cortazar.

Anlam konusunda Cortazar kadar ümitsiz değilim. Anlamı çözümleme, yani yorumlamayla ilgili Umberto Eco’nun yazdıklarını ve Lacan’ın önerdiği diyalektik yöntemi düşününce… Lacan, “anlam”ı ve “hakikat”i arzunun araştırılmasında bulur. Psikoterapist, “anlam”ı belirleyen bir dinleyici ve yorumlayıcı olarak, dile getirilen basit bir talep ya da anlamın ardında, her zaman bir “arzu”nun olduğunu varsayar; ancak bu sayede arzunun değişkenliği ve hareketliliği yönünde bir ilerleme gerçekleşir.

Örneğin biri, sevgilisinden ayrılmak istiyordur. Gerçekte ayrılmak istediği için değil de terk edilme korkusu yaşadığı için mi böyle bir karar vermiştir? Ayrılma isteği, tam tersine “bütünleşme” arzusunun bir ifadesi midir? Bazen bir pipo sadece bir pipodur, bazen değildir.

Kayıkta doğrulup küreklere asılıyorum, Cortazar’ın kitaptaki “Çünkü insan bir süre sonra gökyüzünden usanır” sözünü hatırlayarak. Adayı, tek tük yanan ışıklardan seçebiliyorum. Ya o ışıklar olmasa ve adayı göremeseydim?.. Anlam ve yorum, bu yüzden önemliydi. Annesinden gördüğü rüyanın yorumlanmasını isteyen bir çocuktan farkımız var mı? Nâzım Hikmet’in “Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle / Hep kahır, hep kahır, hep kahır…” dizeleri geliyor aklıma, çekilen kahır arttıkça yalanlara duyulan ihtiyacın da arttığını anlatan. Bütün bu siyasi ve ekonomik belirsizlikler içinde, sahte ışıklarla yol gösterenleri düşününce…

Cortazar, bu kayıkta, yanımda olsaydı, bana “anlam”la ilgili bütün meselenin parçalanmamız olduğunu söylerdi muhtemelen: “Önceleri tek olduğumuz ve hemen ardından da –ah akıl, görkemli kancık- parçalara ayrıldığımız apaçık ortada.” Lacan, bu yüzden belirli bir anlama bağlı kalınmaması gerektiğini öne sürmüştü, insan ve hayat çokanlamlıydı; bütün mesele, psikoterapide de olduğu gibi yorumlama, yani anlamlar arasında bağlar kurma sürecini başlatmaktı. Tek bir doğru anlam olduğu inancına adanmış, belirsizlikten ve çokanlamlılıktan korkan düşünce süreçlerinin, hayal kırıklığına uğraması kaçınılmazdı.

Yorulup kürekleri bırakacağım sırada, yağmur çiselemeye başlıyor. Cortazar, kulağımın dibinde bağırıyor: “Gerçekliğin karşıtı gerçekliktir!”