ABD bu zirveyle uzun süredir ihmal ettiği yumuşak gücü geri almaya çalışıyor, demokrasi gibi bir kavram üzerinden küresel hegemonyasını tekrar hatırlatıyor. Öte yandan müttefiklerini hizaya getirmeye çalışıyor. Söz konusu ABD olunca demokrasi ve insan hakları konusunun başka bir boyutu gündeme geliyor. ABD birçok durumda demokrasiyi göz ardı ederken, bazen de bir dış politika aracı olarak kullanabildi.

Duyduk ki ABD demokrasi zirvesi düzenliyormuş!

Biden’ın seçim vaatlerinden biri olan demokrasiyi dış politikanın öncelikleri arasına taşıma ve küresel bir demokrasi zirvesi toplama, ilki tartışmalı da olsa uygulamaya konuyor. Kuşkusuz, ABD ve demokrasi kavramları yan yana geldiğinde geçmişten bu yana süregelen ve hepsi de haklı tutarsızlıklar, ironiler, çelişkiler barındırıyor. Bu yalnızca ABD’nin diğer ülkelerle ilişkilerine dair sıkıntılarla sınırlı da değil. ABD’nin kendisi de, aslında her zaman ama özellikle Trump döneminde demokrasi konusunda bir gerileyiş içinde. Bu yüzden başta ABD’li çok sayıda gözlemci, bir demokrasi zirvesi fikrine “şimdi bunun sırası mı?” ya da “hangi yüzle?” şeklinde tepki de verdi. Yine de, şimdiye kadar görülmemiş bir durum olan 110 ülke, aktivist, sivil toplum kuruluşu, özel sektör temsilcisinin bu yıl önce video konferans, önümüzdeki yıl da yüzyüze bir demokrasi zirvesinde toplanması önemli bir gelişme ve salt demokrasi tartışmalarının ötesinden bir anlam taşıyor.

Öncelikle bu satırları okuyan okuyucuya bilindik şeyleri tekrar etmenin bir faydası ve gereği yok. Kapitalizmin bir ideoloji olarak en büyük buluşu hem ortaya çıkış ve devamındaki tarihsel süreçte kendisini demokrasiyle ilişkilendirebilmesi hem de hak ve özgürlükleri sermaye birikiminin ihtiyaçlarıyla sınırlıyabilmesidir. Ortaya çıkış dinamiklerini biliyor olmamız, demokrasi konusunu küçümsememizi gerektirmiyor. Günümüzde Türkiye ve başka ülkelerdeki insan hakları ihlallerine karşı çıkmamızı engellemiyor. Artık demokrasi ve onun ayrılmaz parçası insan haklarının belli bir sınıf (sermaye/burjuvazi) belli bir coğrafya (Avrupa-Atlantik havzası) ve belli bir dönem ile kurulu bir aidiyeti yok. İçinde işçi sınıfının, kolonyal halkların, kadınların, her türlü azınlığın, ezilenlerin, toplumsal cinsiyet ayrımcılığına uğrayanların katkısının olduğu bütün insanlığa ait ve bütün insanlığa malolmuş bir fikirden söz ediyoruz. Tarihsel süreç ayrıca demokrasi ve insan haklarının aslında çok kırılgan olduğunu, bunun bir ideal noktasının bulunmadığını, her an geriye gidişler yaşanabileceğini o yüzden de Batı sistemine yönelik eleşitirilerde bulunurken bunu demokrasinin kendisini kapsayacak bir şekle çevirmemek gerektiğini öğretti bize.

BİR ARAÇ OLARAK DEMOKRASİ

Söz konusu ABD (ve diğer Batılı ülkeler) olunca demokrasi ve insan hakları konusunun başka bir boyutu gündeme geliyor. ABD birçok durumda demokrasiyi göz ardı ederken, bazen de bir dış politika aracı olarak kullanabildi. Bunları da biliyoruz ve tekrara gerek yok. Yine, stratejik çıkarlar gündeme geldiğinde artık klişe haline gelmiş olan baskıcı müttefiklerini görmezden geldiğini hatta düzenlediği ve desteklediği darbelerle halkların iradesini ezdiğini de biliyoruz.

ABD demokrasi ve insan haklarını açıkça ve kurumsal olarak ilk kez Carter döneminde kullanmaya başladı. O yönetim altında ilk kez ABD Dışişleri’nde İnsan Hakları dairesi açıldı ve ABD o tarihten beri hala devam eden başka ülkelerdeki insan haklarına not veren raporlar yayınlamaya başladı. 1990’lar ise demokratikleşme ve insan haklarının yayılması açısından zirve noktası oldu, liberal demokrasi adı altında yeni bir demokrasi dalgası ortaya çıktı ama 11 Eylül ve devamındaki işgaller sonrasında küresel bir geri çekilme yaşandı. Bu noktada ABD için sık gündeme getirilen dış politikada çıkar ile onun karşısında konumlandırılan ideoloji/ilke/değer tartışması üzerinde durmak gerekiyor. Çoğu gözlemci ABD dış politikasında değerler ile çıkarlar arasında bir karşıtlık kurar. Bu ABD dış politika söylemine yerleşmiştir. Küresel demokrasi zirvesi sırasında da bu tartışma yaşandı, bazı yazarlar değer odaklı dış politikanın zamanı olmadığı yolunda eleştiriler de getirdiler. Oysa, burada atlanan nokta bu ikisinin iç içeliği, demokrasinin kendisinin bazen bir araç, bazen bir stratejik meta haline dönüştürülmesidir. Örneğin, ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve Japonya’da demokratik sistemler kurmasını değer odaklı ya da çıkar odaklı siyaset olarak ikili karşıtlık içinde ele almak mümkün değildir. Aynı durum şu anda Biden yönetiminin başlattığı genel olarak dış politikada demokrasinin öne çıkarılması ve bunun uzantısı olan Demokrasi Zirvesi konusu için de geçerli.

ABD DEMOKRASİ İSTİYOR MU?

ABD’nin başka ülkelerde demokrasi istemesi, bunun için birşeyler yapması başlı başına riskli bir durum olabilir. Ama şunu hemen belirtmek lazım ki, artık ABD demokrasi götürme iddiası dâhil müdahalecilik, yani çevre ülkelerde askeri güç kullanma, rejim değiştirme gibi uygulamalardan vazgeçiyor. Tersine Afganistan ve Irak gibi sorunlu bölgelerden çekildi. Hatta bu yeni politikasında demokrasiyi yayma/destekleme (promotion) kavramından çok koruma (protection) ya da savunma (defense) kavramını tercih ediyor, destekleme/yayma kullanıldığında da demokrasi olmayanları dönüştürme değil, olanlara ve sivil toplum kuruluşlarına verilen destek kastediliyor.

duyduk-ki-abd-demokrasi-zirvesi-duzenliyormus-954022-1.

Evet, ABD, Biden yönetimi altında içeride de, dışarıda da demokrasiyi desteklemeye çalışıyor, bu politika da ancak küresel sistemin dönüşümü içinde anlam kazanıyor. 2010’larda yayılmaya başlayan otoriterlik sonuçta dünyayı Rusya ve Çin modelinin hâkim olduğu bir noktaya doğru götürüyordu. Batı sistemi içindeki otoriterleşen rejimler ve sağ popülistler kendi imkânları, koşulları doğrultusunda Rusya ya da Çin ile yakın ilişkiler kurmaya başladılar. AB içinde Orban, Ortadoğu’da Sisi, Netanyahu, Erdoğan Putin’e, Güneydoğu Asya’da Dutarte Çin’e dayanmaya başlayarak ABD karşısında pazarlık güçlerini geliştirdiler. Hindistan lideri Modi ise rotasını ABD’ye çevirdiği ve Çin ile kapışmada çok kritik bir yere sahip olduğu için açıkça görmezden gelindi, eleştiri ve hatta yaptırım mekanizmasından muaf tutuldu. Bu kısmı zaten çok tanıdık.

İkinci olarak ABD Çin ile olan küresel rekabeti artık kaba askeri güç değil, ideolojik bir çerçeve içine oturtma ihtiyacı hissediyor. Geçmişte Sovyetlerle yaşanan Soğuk Savaş döneminde bu ihtiyaç daha azdı, ideolojik ve fiziki hatlar çok daha netti. Çin ise öyle değil, yoğun Batı sermayesinin bulunduğu, kendisine sosyalist dese de sermaye birikiminin ilk aşamalarında görülen vahşi kapitalizm uygulamalarının yaşandığı bir ülke. ABD bundan sonra Çin’i askeri ve siyasal olarak çevrelerken bunu, küresel sistemi özgür/demokratik uluslar ve otoriterler arasında bir ayrıma oturtacak. Bu yeni siyaset aradaki rekabetin yoğunlaşma derecesini göstermesi açısından askeri kamplaşma, silah yarışı kadar önemli bir gelişme aslında. Bütün dünyaya, mücadelenin otoriter rejimlerle demokrasiler arasında yaşanacağını, bir kutuplaşma olursa fay hattının geçmişteki gibi coğrafik değil ideolojik olması gerektiğini söylüyor. Aslında Biden yönetimi burada rejimlere değil artık daha geniş küresel bir kitleye de sesleniyor, bu iki model arasında seçim yapmaya çağırıyor. Bu türden bir kutuplaşmanın Çin ve Rusya’yı yalnızca ülkeler bazında değil, toplumlar bazında da yalnızlaştıracağını, aslında hepsi kapitalizmin türleri olan iki temel siyasal model arasındaki farkların göze daha çok batacağının hesabını yapıyor. Demokratik ülkelerin Rusya ve Çin gibi otoriter ülkelerle ilişkilerini mesafeli tutacağı beklentisinden hareket ediliyor. Bu politikanın izlenebilmesi için ABD’nin hem içinde yara almış demokrasiyi hem de müttefiklerindeki demokrasi kalitesini yükseltmesi, iç tutarlılığı artırması gerekiyor. Bunun kolay olmadığını kendisi de biliyor.

ABD’DE DEMOKRASİ NE DURUMDA?

Küresel sistemdeki gelişime paralel bir şekilde ABD’de demokrasi kurumsal olarak da uygulama olarak da zayıfladı. Küresel olarak çok ciddi bir otoriter/sağ popülist, bazen ırkçı bir dalganın yaşandığı biliniyor. Başta Freedom House olmak üzere birçok kuruluşun izlemelerinde bu oranlar son derece net olarak veriliyor. Örneğin, dünyadaki liberal demokrasilerin sayısının son iki yılda 41’den 32’ye düştüğü, dünya nüfusunun yüzde 68’inin çoğunlukçu yönetimler altında yaşadığı tespiti yapılıyor. ABD özelindeyse demokrasi ciddi sıkıntıda. Son on yılda ABD 10 puan birden gerilemiş durumda. Freedom House’un sıralamasında ABD 83 puanla Moğalistan ile aynı puana sahip ve 61. sırada. Geçmişte darbe yaptığı Şili, Costa Rica, Arjantin gibi ülkeler kendisinin çok daha üst sıralarında. ABD merkezli bir kuruluşunun bu konuda ABD’ye iltimas geçmediği ortada. Economist’in Demokrasi Endeksi’ndeyse ABD 25’inci sırada. ABD’ye puan düşürenler ise seçim bölgeleriyle oynanması, yargının siyasallaşması, bazı eyaletlerde oy vermenin zorlaştırılması ve seçim kampanyalarında mali kaynakların muğlaklığı, siyasetteki çürüme sayılıyor. Tabii bunların yanında siyahilere yönelik ayrımcılık, medya sahipliği ve medyanın manipülasyona açık olması, polis şiddeti, Trump döneminde iyice yükselişe geçen ırkçılık da eklenebilir. Yine de, Trump döneminde ona dair sosyal medya ve genelde medyada yazılan ve söylenenlere bakılınca, eleştiri sınırının genişliğine şaşırmamak elde değil.

ABD sistemi bu sorunların pekâlâ farkında. Hatta bu yüzden bazı Amerikalı yazarlar, ABD’nin daveti yapan ev sahibi değil, katılımcı olması gerektiğini savunuyorlar. ABD sisteminde görmeye alışkın olduğumuz, kendine güvenden kaynaklanan, özeleştiri alışkanlığı, rahatlığı burada da kendisini gösteriyor. Akademide, medyada, artık sosyal medyada, sinemada, dizilerde gördüğümüz gerektiğinde kendi toplumsal, siyasal sistemiyle alay edebilme, eleştirebilme kapasitesi burada da kendisini gösteriyor. Çünkü ABD sistemi bunun kendisini zayıflatan değil güçlendiren bir özellikle olduğunu, aktif rıza üretme yolunda önemli bir basamak olduğunu çok önceden keşfetmiş durumda. Beyaz Saray da bunun farkında olarak, yaptığı bir açıklamada “demokrasi aynı zamanda zayıflıklarını görme, onlarla açık ve şeffaf bir şekilde yüzleşme becerisine sahip olmaktır” deyip günü kurmaya çalıştı.

KİMİN DEMOKRASİ OLDUĞUNU BELİRLEYEN “EGEMEN”

ABD bu zirveyle aslında uzun süredir ihmal ettiği yumuşak gücü de geri almaya çalışıyor, demokrasi gibi kimsenin itiraz edemeyeceği ama eksikliğini eleştireceği bir kavram üzerinden küresel hegemonyasını tekrar hatırlatıyor. ABD kendisini demokratik ülkelerin merkezine bir daha yerleştirmiş oluyor, bu konuda liderliği geri almaya, öte yandan müttefiklerini hizaya getirmeye çalışıyor. Davet edilmeyenleri sessizce mahcup durumda bırakmayı amaçlıyor. Birçok ülkeyi ve lideri sinir edecek şekilde kimin demokratik olduğuna ben karar vereceğim diyor. Tabii ki, davet listesi en çok dikkat çeken ve içeride ve dışarıda en çok eleştirilen noktası bu zirvenin. Burada da tercih ve seçimin değer odaklı değil stratejik kaygılarla yapıldığı çok net görülüyor. ABD’nin davetli listesi oluştururken demokrasi adına neyi kriter aldığı tam belli değil. Örneğin, otoriterler sıralamasında en üst sıralarda yer alan, otoriterliğe kaymakla eleştirilen Brezilya, Hindistan, Filipinler davet edilenler arasında. Ortadoğu’dan yine sorunlu iki ülke Irak ve İsrail çağrılmış. ABD herhalde “bakın Irak’ı demokratikleştirdik” demek için bu ülkeyi davet etmiş olmalı. İsrail’in neden çağrıldığını söylemeye zaten gerek yok. Afrika’dan 17 ülke çağrılırken tabii Türkiye, Mısır dışarıda bırakıldı, nedense Rusya’nın çok sıkıştırdığı Polonya dâhil edilirken Rusya ile yakınlaşan Macaristan dışarıda bırakıldı. Yine bölgemizden ve komşularımız Ermenistan, Gürcistan, Moldova ve Ukrayna varken, Azerbaycan zirvede yok. Ermeni medyasının bu durumdan çok memnun olduğunu belirtmek gerek. Türkiye’nin Mısır, Belarus, Azerbaycan düzeyinde görüldüğünü de anlamış oluyoruz böylelikle. ABD bir bakıma diğerlerine, seneye yüz yüze yapılacak zirveye kadar kendinize çeki düzen verin demiş oluyor.

DEMOKRASİ ZİRVESİNİN ABD’YE VE DEMOKRASİYE FAYDASI OLUR MU?

Bu tür kurgusal, daha çok sembolik girişimlerin bir niyet beyanı dışında demokrasinin küresel konumlanışına faydası olması mümkün değil. Zaten 110 ülkenin davet edildiği bir toplantıda Biden’ın konuşması üzerine her lider birkaç dakika cevap verse, protokol ile geçebilir. Dolayısıyla, bu toplantının kendisinin fazlaca bir anlamı, getirisi yok. Hatta bazı liderler ne yapsak demokrasi sayılıyoruz rahatlığına da düşebilirler. Getirilen eleştirilerden biri de sonrasına dair bir stratejinin olmaması. Konunun bir toplantı kapsamında kalması, Biden’in seçim vaadini yerine getirmesiyle sınırlı olması. Sivil toplum kuruluşları, aktivistler, özel sektör, dijital dünyanın dâhil edilmesi de bu şema içinde henüz anlamlı bir yer bulmuş değil. Özellikle bilişim dünyasının dâhil edilmesi, günümüz otoriterliğinin en etkili yollarından biri olan takip sisteminin tersinden bir özgürlük alanı olarak sunulması gibi başka bir ikiyüzlülüğü de içeriyor. Bu zirvenin tek faydası eğer cesaret eden bir lider çıkarsa, ABD’ye demokrasi dersi vermek için iyi bir fırsat yaratması olabilir. Stratejik açıdan ise, davet edilmeyen liderlerin Rusya ve Çin’e daha çok yanaşmaları gibi bir ihtimal gündeme geliyor. Bu da bir zaafiyet olarak görülüyor.

ÇİN VE RUSYA’NIN TEPKİSİ

Çin ve Rusya bu zirveye tahminlerin ötesinde tepki verdi. Örneğin, Türkiye’de Erdoğan ve medyası konuyu büyütmemeyi tercih etti, belli ki çağrılmamayı görmemenin, bunu tartışmamanın daha iyi olacağını düşündü. AB üyeleri ve ABD’nin Asyalı bazı müttefikleri ise katılmakla birlikte zirveye ihtiyatla yaklaştılar, bunu bir kutuplaşma aracı olarak görmemek gerektiğini söylediler.

Çin bu zirveye doğrudan karşılık verdi. Bununla ilgili bir yayın hazırladı. Çin medyası zirveyi, ABD’deki demokrasiyi çok sert eleştiren yazılar yayınladı. ABD yönetim sistemini parayla oynanan bir politika oyunu olarak tanımladılar ve “İşleyen Demokrasi” adı altında kapsamlı bir metin yayınladılar. İlginç bir şekilde ABD’nin Çin ve Rusya büyükelçileri The National Interest derginde ortak bir makale yayınlayarak ABD’nin demokrasiye yaklaşımını ve zirve toplantısını çok sert biçimde eleştirdiler. Bu makalenin ana fikri “herkesin demokrasisi kendine” şeklinde özetlenebilir. Çin de, Rusya da, demokrasi fikrine karşı değiller ama demokrasinin tek bir tanımının olamayacağını, ABD’nin kendi demokrasi anlayışını dikte etmeye çalışmasını, demokrasinin kendisini inkâr etmek olacağını yazdılar. Demokrasinin belli ülke ya da ülke gruplarının sahipliğinde olamayacağını ve farklı şekillerde gerçekleşebileceğini savundular. Burada özellikle Çin’in kendisini bir kapsamlı süreç demokrasisi olarak tanımladığını belirtmek gerek. Yine Çin mutluluğun yerine getirilmesini demokrasi açısından yeterli sayıyor. Bu noktada ABD tipi, liberal, Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan “mutluluğu arama hakkı” yerine, Çin’in mutluluğun yerine getirilmesi şeklinde yeni bir içerikle hareket ettiği görülüyor. Liberal demokrasi mutluluğu tanımını yapmak yerine, tabii kâğıt üstünde, bireyin mutlu olmayı nerede bulacağına kendisinin karar vereceği ortamın yaratılmasına atıf yapar. Çin ise kalkınma sağlayarak, istikrar getirerek halkın mutluluğunu sağlamak türünden, daha tepeden inmeci bir tanımdan hareket ediyor. Yani Çin halkına kalkınmayla yetinin diyor, bunu zaten uygulamayla gösteriyor. Benim halkımın bunun ötesinde bir talebi yok diyor. Rusya ise yine makalede demokratik bir federasyon olduklarını iddia ediyor. Enteresan bir şekilde iki büyükelçi “devletlerin değer odaklı diplomasi” yürütmemesi gerektiğini savunuyorlar. Yani, demokrasi ve insan hakları konusunun her devletin iç işi olduğu, bunun uluslararası ilişkilerin konusu olmadığı bir düzen öneriyorlar.

Mesela, bu ortak makalede küresel sistemin eşitsiz yapısına, gelir adaletsizliğine itirazları görünmüyor, “ABD hegemonizm yapmasın” deniyor, bize danışsın, küresel artı değerden biz daha fazla pay alalım ötesinde bir küresel düzen arayışı içinde olmadıklarını gösteriyorlar.

ABD’nin küresel demokrasiyi bir kez daha gündeme getirmesi, dış politikasında bu ölçüde kapsamlı bir stratejik araca dönüştürmesi, önümüzdeki dönemde iç tutarlılığı olan bir siyaset haline gelecek mi, onu göreceğiz. Çin ve Rusya’ya karşı bu demokrasiyi metalaştırarak yürüteceği bu stratejik hamle beklediği sonucu verip, yeni bir demokratik ülkeler bloku oluşturacak mı, bunu da şu anda bilemiyoruz.

Yine, bu küresel girişimin tek tek ülkelerde demokrasinin kalitesinde bir yükselişe yol açacak mı, bunu da zaman içinde anlayacağız. Ama bu türden ABD destekli, içinde kutuplaşma potansiyeli taşıyan girişimler hep sorunlu oldu. ABD ve Batı’nın dış politikada ilk vazgeçtiği konu demokrasi olageldi.