Restorasyon sihirli bir kelime, ‘düzenin’ kökten sarsıldığı zamanlarda popülerliği artan, cazibeli bir kavram. Siyasi kriz ile ekonomik krizin çakıştığı dönemlerde, ortalık toz duman iken egemen güçlerin kendi lehine düzenlemeler yapmasına alan açan bir ‘fırsat’ anı. Siyasi tarih bu nedenle sık tekrarlanan restorasyon örnekleriyle dolu. Emekçilerin, ezilenlerin mevcut siyasi yapıyı derinden sarstığı süreçlerin hemen ardından eski ya da yeni aktörler ‘düzeni’ tahkim etmek vaadiyle egemenlerden güç devşirirler. Bir çeşit taşeronluk yaparlar, görevlerini tamamladıktan sonra da tarih sahnesinden çekilirler.

Türkiye son kırk yılda iki büyük restorasyon girişimine tanıklık etti. İlki malum 12 Eylül darbesi; ikincisi ise AKP’nin iktidara gelişi. Her iki projenin hayata geçirilme gerekçeleri ve aktörleri birbirinden çok farklıydı ama ikisi de egemen güçlerin bilgisi dahilinde oldu. Ordu, neoliberalizm ile milliyetçi-muhafazakar ideolojiyi Atatürkçülük kisvesi altında ‘sentezleyerek’ tüm topluma dayattı. Ülkenin sağcılaştırılmasında radikal bir görev üstlendi. Sonra kendi kurduğu sistemin gardiyanı pozisyonuna geriledi.

12 Eylül’de İslamcılara açtığı yolu 1990’larda daraltıyım derken içeriden çürüyordu. 28 Şubat’ta balans ayarı dedikleri laikliğe dair sahte bir teminat vermekten başka bir şey değildi. Defalarca irili ufaklı krizler geçiren bu düzen 2001’de çöktü. Restorasyon beklentisi yüksekti fakat eldeki tüm partiler denenmişti. AKP böyle bir zamanda, ‘kontrol edilebilir bir güç’ olarak görülerek sahneye fırlatıldı. Partinin kurmayları demokrasiyle barışmış gibi görünürken kendi alttan alta siyasi projelerini pişirdi. Bu uğurda bol bol taşeronluk da yapıldı ancak İslamcı ve piyasacı hattan gerçekte hiç ayrılmadı.

Boş hayaller, somut durumlar
Şimdilerde ‘içeride’ ve ‘dışarıda’ restorasyon ihtiyacının yeniden dillendirilmeye başladığına tanıklık ediyoruz. Tüm iktidarın tek kişide toplanması, kurumların iflas bayrağını çekmesi, dış politikadaki çıkmaz temel gerekçe olarak gösteriliyor. 2019 hesapları, AKP’den sonraki dönem tartışmaları buralarda düğümlenmiş gibi görünmekte. Bu nedenle ‘AKP fabrika ayarlarına dönsün’, ‘Gül küskünleri yanına çekip başkan adayı olsun’, ‘kartlar yeniden dağıtılsın’ diye umut edenler az değil. Gül’ün AKP’nin 16. yıl kutlamalarına gitmemesi, partiyi ‘kuruluş ilkelerine’ davet etmesi, başbakan yardımcılarının sık sık Gül’ü ziyaret ettiği iddiası düzen içi ‘yeni seçenek’ bekleyenleri heyecanlandırdı. Ama yine yanılgı içindeler. Neden mi?

Çünkü egemen güçlerin ‘düzeni yeniden kurma’ talebi bugünün gündemi değil. Bu aslen 7 Haziran sonrasında, AKP tek başına hükümeti kuramadığı günlerde düşünülmeye başladı. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar olan süreçte farklı senaryolar masanın üzerindeydi. Sermayeyi ve iktidarın çeperini, AKP’siz bir formüle zorlayacak tablonun olgunlaşmaması “tahkimat” beklentisinin seyrini değiştirdi. Buradan Erdoğan’a tek adamlık veren sistemin egemen güçlerin eksiksiz mutabakatının ürünü olduğunu iddia etmiyorum. Aksine 15 Temmuz sonrasında ‘acil’ hale getirilen restorasyon beklentisinin Saray tarafından ustaca manipüle edildiğini söylüyorum. Eğer bu tespit doğruysa ‘restorasyona’ gönüllü ya da gönülsüz tamam diyenler için parlamenter sisteme dönüş gibi bir gündem artık söz konusu değildir. Sermaye ‘törpülenmiş’ daha ‘demokratik’ bir başkanlık sisteminin ve sulandırılmış bir laikliğin destekçisidir, fazlasının değil. TSK için ‘törpülenme’ de önem arz etmemektedir yeter ki ordunun sistem için rolü ordu lehine revize edilsin. Mevcut tablonun Türkiye halkı için tek olumlu yanı, ordunun rejim bekçiliği ile laik düzeni koruma iddiası arasındaki mesafenin net bir biçimde açılmasıdır. Bugün laikliği kazanma mücadelesi apoletlilerin değil halkın iradesinin -hem de onlara rağmen- başaracağı bir iştir.

Ana muhalefetin konumu
Olası bir AKP sonrası dönemde CHP ‘düzenden’ yana olanların umudu olabilir mi? CHP yönetiminin sağa zaman zaman göz kırpan tutumları, AB’ye verilen mesajlar bunun hazırlığı mıdır? Ana muhalefet içindeki devletlû kadroların egemen güçlere bir vaadi olabilir mi? Bu ve benzeri sorular elbette CHP içinde de dışında da soruluyor. Cevabı ise çok karmaşık değil. Tüm bu seçenekler masadadır ancak CHP’nin parlamenter sisteme dönüş ve ilerici bir program savunması halinde egemenler nezdinde ‘restorasyoncu’ bir aktör olma ihtimali yoktur. Akşener’in bu şansı olabilir, AKP içinden çıkarılacak sürpriz bir yeni partinin böyle bir imkanı olabilir ama CHP’nin olamaz. Erdoğan’ın koyduğu kurallar içinde yapılacak bir ‘yarışı’ cumhuriyetçiler kazanamaz. Tablo bu kadar netse ana muhalefet ‘sistemi’ çağrıştıran hiçbir aktöre oynamamalıdır. Aksine Hayır kampanyası ve Adalet yürüyüşünden ders çıkarmalı, adalet ve laiklik gibi iki önemli kavramın içini halkçı bir içerikle doldurarak ideolojik sınırlarını aşmalı ve sokakla bütünleşmelidir. Aksi durumda tarihi bir vebali üzerine alır, fatura ise tüm seküler güçlere kesilir.