“Düzensiz göçmenler, Avrupa Birliği’ne gelmeyin”

BAŞAK KALE*

Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran gelişmelerden biri de Türkiye’ye gerçekleştirilen AB nezdindeki üst düzey ziyaretler oldu. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk ve ona eşlik eden Komisyon Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, Zirve öncesinde Türkiye’nin önceliklerini anlayabilmek ve daha da önemlisi belli mesajları 7 Mart 2016 Pazartesi günü Brüksel’de gerçekleşecek olan Türkiye-AB Zirvesi öncesinde vermek için Ankara’daydılar.

Mülteci ve düzensiz göçün sınırlanmasına ilişkin belirlenen Ekim 2015 tarihli planın ciddi ve gerçekten içten bir işbirliğiyle gerçekleşebilmesi için AB, Türkiye’yle “ortak” beklentiler çerçevesinde bir çalışma planının hazırlanması ve yürütülmesi bekliyor. Ortak çalışma düzeni içerisinde zirveye Türkiye’nin de katılması öngörüldü. Bu noktada “ortaklık” durumunun altını çizmek gerekiyor. Ortaklık ne düzeyde ve ne şekilde sağlanabilecek? Türkiye’nin beklentileri ve AB’nin beklentileri ve istekleri ne anlamda örtüşebilecek? Bunlar cevap bekleyen sorular.

AB neyi bekliyor? AB, açık bir şekilde düzensiz geçişlerinin biran önce azaltılmasını ve hatta durdurulmasını bekliyor. Birliğin sınır kontrollerini sağlayan kurumu olan FRONTEX’in resmi rakamlarına göre 2015 yılı içerisinde AB topraklarına “Doğu Akdeniz yolu” olarak adlandırılan ve Türkiye-Yunanistan deniz sınırını içeren güzergahı kullanarak giren düzensiz kişilerin sayısı yaklaşık 900,000. Buna ek olarak, kara sınır geçişleri ve “Batı Akdeniz yolu” geçişleri var. Görünen şekliyle, Türkiye’den yönelen deniz sınırı geçişleri AB’ye olan düzensiz girişlerin en önemli kısmını oluşturuyor. Türkiye’nin sınır kontrollerini sağlaması AB açısından düzensiz göçün önüne geçilmesinde en önemli kritik konu. Bu boyutun yanında bir de geçişi gerçekleştirmiş olan düzensiz göçmenlerin iadesi söz konusu. Burada altının çizilmesi gereken nokta “düzensiz göçmen” kategorisi. AB, bir sığınmacı ya da mülteciyi geri iade etmemeli. Uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler nedeniyle bu mümkün değil. Hayatının tehlikede olduğunu düşünerek zulüm göreceğine dair haklı bir korkusu olan bir kişi, ülkesini terk etmiş ve bir uluslararası sınırı geçmiş ve sığınma talep etmişse, bu kişi, 1951 Mültecilerin Statüsüne İlişkin Sözleşmesi’ne taraf ülkelerce geri iade edilemez. AB üye ülkelerinin hepsi bu sözleşmeye taraflar. Ancak, ülkesini daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak için isteyerek terk etmiş mülteci ya da sığınmacı olmayan kişilerin iadesi mümkün.

Bu nedenle AB, birçok transit ve kaynak ülkeyle bu tür geri kabul anlaşmaları yaptı. Bu kapsamda, 2012 yılında imzalanan AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması’nın karşılıklı olarak üçüncü ülke vatandaşları için de uygulanmaya başlamasının Haziran ayında gerçekleşmesi bekleniyor. Ama AB’nin Haziran’ı bekleyecek kadar sabrı yok. AB üye ülkelerinde terör ve güvenlik endişeleri nedeniyle tansiyon yükselmiş, sığınmacı, mülteci ve düzensiz göçmenlere karşı kamuoyu hassasiyeti artmış durumda. Siyasetçiler, sonuç odaklı kısa vadeli çözümler üretme peşindeler. Schengen serbest dolaşımının bile sekteye uğraması ve yıllar süren bütünleşme adımlarının riske girmesi söz konusu. O nedenle, halihazırda zaten yürürlükte olan Türkiye-Yunanistan geri kabul anlaşması çerçevesinde geri kabuller de devreye sokuldu. Bu çerçevede geçtiğimiz hafta içerisinde geri kabullere başlandı ve ilk 70 kişi Yunanistan’dan Türkiye’ye geri kabul edildi. Sınırda yığılmış şekilde beklemeler de devam ediyor.

Zirve öncesinde Konsey Başkanı Tusk’ın Türkiye’ye gelişi ve ardından Yunanistan’ı ziyaret etmesi şaşırtıcı değil. Vermeye çalıştığı mesaj açık: “Tehlikeli yollardan sınırı geçmeye ve Avrupa’ya gelmeye çalışmayın.” Ancak bu verilen mesaj ilginç. Tüm AB üye ülkeleri yaşlanan nüfus problemiyle karşı karşıyalar. Üretken ve işgücü piyasasında çalışabilecek nüfus her geçen yıl azalıyor ve üye ülkelerin şimdiye kadar ürettiği çözümler, nüfusun artması konusunda çok da başarılı olamadı. Buna rağmen ekonomik kriz, artan işsizlik oranları, popülist politikalar, yükselen aşırı sağ, artan yabancı düşmanlığı, ekonomiye olumlu açıdan yön verebilecek nüfus ve göç politikalarının akılcı çözümlerle üretilmesini engelliyor. Birçok ülkede daha içine kapanık, zaman zaman ırkçılığa varabilecek söylemler var. Ne yazık ki, göçmenlerin topluma dahil edilmesini ve çok kültürlülüğün desteklenmesi yönünde ilerleyen politikalar benimsenemiyor. Suriye özelinde yaşanan uluslararası koruma krizinin temelinde yatan nedenlerin bir kısmı da işte bu nedenlerle ortaya çıkıyor.

AB, sayısı bu kadar artan ve bir anda gelen mültecilere ve düzensiz göçmenlere karşı hem kendi kamuoyunu hem de refah devleti mekanizmalarını hazırlayamadığı için rahatsız. O yüzden, öncelikler gelişlerin azaltılması, mevcut gelmiş kişilerinin bir kısmının geri gönderilmesinin sağlanması yönünde. FRONTEX’in sınır kontrolleri konusunda verdiği desteğin yarattığı sorunlar, NATO’nun sınır kontrollerinde yardımcı olması gündeme getirdi. AB’nin NATO’yu sınır kontrollerine dahil etmesi hassas dengeleri bozabilir. Bu durum, Türk-Yunan deniz sınırı konusunda karşılaşılabilecek başka sorunların ve NATO içerisinde operasyonel düzeyde sürtüşmelere gebe olabilir.

Türkiye açısında bu işbirliği 3 milyar doların ya da vizesiz serbest dolaşımın ötesinde bir anlam ifade ediyor. Türkiye, bu süreç içeresinde özellikle AB düzeyinde kaybedilen prestijin yeniden kazanılmasını bekliyor. Son altı ay içerisinde AB liderleri ve AB kurum başkanları tarafından gerçekleştirilen ziyaretler bunun bir ölçüde başarıldığının göstergesi. AB müzakere süreci bu şekilde canlanabilecek mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için henüz çok erken.

Türkiye’nin, kapsamlı bir külfet ve sorumluluk paylaşımı modeli oluşturarak insani bir mülteci koruma yöntemi oluşturulması için emek vermesi akıllıca olacaktır. Türkiye-AB Eylem Planı’nın insani değerleri ön plana çıkartacak şekilde, insan haklarına, insan haysiyetine ve mülteci haklarına saygılı şekilde yürütülmesi önemli. AB politikacıların sadece güvenlik endişeleri ve sınır kontrolleri üzerine vurgu yapmaları bu krizin asıl sebeplerinin unutulmasına neden olmamalı. Suriye’de kalıcı bir çözüm, Suriye’nin yeniden inşası, bölge ülkelerine ve halklarına yönelik çoğaltıcı etkileri olan ekonomik desteğin sağlanması gerekli. Üst düzey bir Komisyon bürokratının sözleri oldukça dikkat çekici: “AB üye ülkeleri, ne yazık ki, Suriye mülteci krizi konusunda üstlerine düşenleri insan hakları çerçevesinde yapmak konusunda pek başarılı olamadı. O nedenle, görevin büyük kısmı Türkiye’ye düştü.” Şüphesiz, Türkiye için bu çok kritik bir konum ve önemli bir sınav.

*Doç. Dr., ODTÜ