Göl kenarında bir yürüyüş… Hava sıcak, nemli. İkimiz de dalgınız. Onun derdi büyük, arzularımı yitirdim diyor. İşe gitmek istemiyor, sinema ya da kitaplar da artık ilgisini çekmiyor. Gözümüz gölün üzerinde uçan kuşlarda, arada göz açıp kapayıncaya kadar göle dalıp avlanıyorlar. Aklıma, Laszlo Krasznahorkai’nin bugünlerde çıkan “Seiobo Orada, Aşağıdaydı” adlı romanındaki bir sahne geliyor. Kamo Nehri […]

Göl kenarında bir yürüyüş… Hava sıcak, nemli. İkimiz de dalgınız. Onun derdi büyük, arzularımı yitirdim diyor. İşe gitmek istemiyor, sinema ya da kitaplar da artık ilgisini çekmiyor. Gözümüz gölün üzerinde uçan kuşlarda, arada göz açıp kapayıncaya kadar göle dalıp avlanıyorlar. Aklıma, Laszlo Krasznahorkai’nin bugünlerde çıkan “Seiobo Orada, Aşağıdaydı” adlı romanındaki bir sahne geliyor. Kamo Nehri ve kıyısındaki bir genel avlanma ve edebi açlıktan bahseden yazar, El-Zahad’ın bir kuşla ilgili şiirinden yola çıkarak şöyle yazmış: “(…) yakın dolaysız bir hedefi vardı, uzak hedefi yoktu, ama zaten herhangi bir uzak hedefin uzak bir nedenin aslında imkânsız olduğu, buna karşılık yakın hedefler ve nedenler dokusunun son derece sıkı örüldüğü bir mekânda mevcuttu, orada doğmuştu ve bir gün orada ölecekti.” Göçmen kuşları hatırladım sonra, uzak, çok hedeflere doğru uçan kuşları… Orada doğmuşlardı ve belki çok uzaklarda öleceklerdi. Bu uçuşları da aslında yakın hedefler ve nedenler dokusuyla mümkün oluyordu, yol boyunca avlanarak…

Belki de mesele uzak hedeflerle ilgiliydi, her şeyi kontrol etmek isteyen insanın imkânsız uğraşısı… Arzu yitimi, insanın kurtulmakta güçlük çektiği tümgüçlülük yanılsamasıyla açıklanabilirdi. Tümgüçlülük yanılsaması, sürekli olarak bilince her zaman çıkmayan bir haksızlığa uğramışlık duygusu veriyordu, hayal kırıklıklarıyla… Özellikle günümüzde çok yaygındı bu yanılsamaya kapılma ve arzu yitimi… Bu tümgüçlülük yanılsaması, kendini yeniden inşa edebilme yanılsamasını da peşinden getiriyordu, ama bu yeniden inşa, kırılgan bir başka sahte kendilik yaratmaktan öteye gidemeyebiliyordu. Arzu yitimi, bütün bu başarısız inşa çabalarıyla birlikte geliyordu.

İnsan, kendini yeniden inşa edebilir mi? Hakiki kendilik, kitaplarda yazdığı gibi gerçekte mevcut mu? Winnicott, hakiki kendiliği, gerçekliğe uyum sağlayan değil, yaratıcı bir biçimde gerçekliğe müdahale eden kendilik olarak tanımlamıştı. Kendi arzu ve ihtiyaçlarını yok sayma pahasına uyum sağlayan sahteydi. Sahte kendilik, hakiki kendiliği dış gerçekliğin olumsuz etkilerinden bir koruma çabasıydı aynı zamanda, ama bu koruma aşırıya kaçtığı zaman kişi “mış gibi” yaşadığı hissine kapılır, boşluk ve anlamsızlık duygusuna kapılır.

“Mış gibi” yaşamak üzerine konuşurken, aklıma Emile Ajar’ın o çok sevdiğim “Yalan-Roman”ı geliyor. Winnicott’ı onaylarcasına şöyle yazmıştı Ajar: “Arasıra Café de la Gare’da arkadaşlarla toplanırdık. Biri muslukçu, biri muhasebeci, biri de memurdu. Aslında ne muslukçu, ne muhasebeci, ne de memurdular elbette. Büsbütün farklıydılar. Ama kimse farkında değil; rol yaparlar, günde sekiz saat ‘mış gibi’ oyunu oynarlar, böylece kimse dokunmaz onlara. İçlerine kapanıp orada gizli bir hayat sürer, ancak geceleri, rüyalarında ve kâbuslarında ortaya çıkarlar.”

Sahte kendilik, saklayıp koruyordu onlardaki hakiki kendiliği, ama bir süre sonra gördükleri rüyalara bir anlam veremez, yaşadıkları duyguların nereden geldiğini bilemezlerse?.. Hakiki kendilik yorulup, bırakıp ziderse onları?..

Romanı okurken anladığım şey, gerçeklere sadece akılla değil, hayal gücüyle ulaşılabileceğiydi; bütün bu etrafımızı kuşatan sahte şeylerin ardındakini başka türlü görmek mümkün değildi. Hayal gücü de arzularla harekete geçiyordu.

Ajar, romanın bir yerinde kendi kendine şöyle kızmıştı: “Zavallı salak. İnsan olmamaya çalıştıkça insanlaşıyordu.” İnsan olmak, kendinden ve ikiyüzlülüğünden utanmak anlamına geliyordu. Utanmadan kendine ve ikiyüzlülüğüne yaklaşmaktı, hakikat…

Ebedi bir açlık içindeki doğayı izlemek, ürkütücüydü bir yandan. İnsanın ebedi açlığı, kendisiydi…