Kolera Günlerinde Aşk’ta, uzak bir geleceğin akşam vakitlerine ertelenmiş olsa da aşk asla yok sayılmamıştır.

Edebiyat ve Sinema Tarihinden Notlar: Aşk ve iktidar

Ulaş Bager Aldemir

Anna Karina’ya…

Aşk öldü. Rahmetli Bernard Stiegler’in de yazdığı gibi, çağımız tam anlamıyla bir sevgisizlik (désamour) çağı.

Neden bu hâldeyiz peki? Neden artık Marsilio Ficino’nun deyişiyle “Bulaşıcı hastalıkların en fenası” olan aşk tedavülden kalktı da Covid-19 gibi yarım yamalak vebâlara kaldık? Aslında bu soru her şeyden önce antropolojik bir sorudur. İnsanlığın aşkı tecrübe etme biçimlerini dikkatli bir şekilde anlamaya çalıştığımızda, varoluşumuza dair psikolojik, felsefî, politik vb. birçok fikir ediniriz. Sanatın da bir bütün olarak kültür tarihini kat eden bir uğraşı olduğunu hatırlarsak, aşka dair estetik temsillerden öğrenecek çok şeyimizin olduğu muhakkaktır.


Antropolojik bir soru olarak aşk, iki cepheden yanıtlanmıştır sıklıkla. Kimileri insan varoluşunu birtakım “bayağı” itkilere bağımlı kılarken (örneğin Machiavelli, Hobbes, Nietzsche, Freud vb.) kimileri de insan varoluşunu ya özgür bırakmış (Sartre vb.) ya da tinsel bir yazgıya mahkûm etmiştir (Platon, Hegel vb.). Eğer insanı, “güç istenci”nin ya da envai çeşit itkinin belirlediği bir varlık olarak tasavvur edersek, aşkı da “aydınlatılmamış egoizmin” sanrılarına indirgemiş oluruz. Ama şayet insan varoluşunun özgür, spontan ve muğlak olduğunu varsayarsak, o zaman aşka da bir şans vermişiz demektir.

Edebî bir temsil olarak Madame Bovary örneğin, hangi cepheden aşka ve insana yaklaşır? Bovarizm, feminist bir terslik katsayısı olarak okunabilir mi? Flaubert, sahtekâr “erkeklik”ten muzdarip Emma Bovary’nin de zamanla iktidar oyunlarına ayak uydurduğu bir kurguyla çıkar karşımıza. Neticede bütün bu tahayyül, bizi dışsal sebebler ve özgür irade sorunuyla uğraşmak durumunda bırakacaktır. Ama şurası kesindir ki, Madame Bovary’de gördüğümüz aşkın iktidar karşısındaki çaresizliğidir.

Benzer bir temsil Leopold Von Sacher-Masoch’un Kürklü Venüs’ünde de söz konusudur. Ama mazohizmin yaratıcısı, cinsiyet ikilemini tersine çevirerek kırbacı kadının eline vermiştir. Sinemaya da uyarlanan bu yapıtta, kadın ve erkek arasındaki ilişki Goethe’nin “ya çekiç olmalısın ya örs” düsturuna kurban edilir. Öte yandan Masoch, iktidarın zaferini tarihselleştirerek, “mizojin” tasvirlerin ancak “kadının erkekle eşit haklara sahip olduğu bir dünyada” geçersiz kılınabileceğini iddia eder.

Doğrusu istenirse, (her ne kadar Madame Bovary’deki altmetnin cinsiyet ikilemini aştığını düşünsem de), Flaubert’in de kadın ve erkek arasındaki iktidar ilişkisini sosyolojik bir vakıa olarak gördüğünü söylemek mümkündür. Ama Madame Bovary’de Kürklü Venüs’teki gibi açıktan tespitlerle karşılaşmayız. Hattâ konuyu dağıtmak pahasına da olsa, bu farkın Madame Bovary’yi estetik açıdan daha güçlü kıldığını belirtmek gerekir. Çünkü sanat yapıtı, cevap vermediğinde, daha doğrusu cevabı sakladığında daha başarılıdır.

Aşkın iktidar ilişkilerine yenik düştüğü bir başka edebî temsil Marquis de Sade’ın Florville ile Courval ya da Kadercilik adlı öyküsüdür. İnsan ruhunun kan ve şehvetle yazgılandığını düşünen ve kimilerine göre bir antropolog olan Sade, egzajere edilmiş bir skandallar zinciri kurar bu öyküsünde ve nihâyetinde de ölüm gelip ortalığı toplar. İyi niyetli, “hanımefendi” bir kadın olan Florville, epikürcü bir “alem kadını”nın ayartmalarıyla “yozlaşır” ve tıpkı Emma Bovary gibi sahtekâr erkekliğin kurbanı olur. İlginçtir ki yine Emma Bovary gibi Florville de aldığı darbeler neticesinde görece de olsa zalimleşecektir. Hem Madame Bovary’de hem de Sade’ın öyküsünde, ilişkileri en başta kana bulayan karakterlerin erkek olmaları, bu tercihin feminist bir tercih olup olmadığını düşündürür okuyucuya. Ama unutulmamalıdır ki Sade’ın antropolojisinde iktidar hiçbir şekilde konjonktürel ve sosyolojik değildir. Sade’e göre iktidar insanın doğasında vardır.

Bu tarz negatif antropolojilerin sinema tarihindeki en güçlü yankılarından bazıları ise kuşkusuz ki Trier’in yapıtlarıdır. Melancholia, Dogville, Antichrist üçlemesinden Nymphomaniac’a oldukça karamsar bir uygarlık tasviri söz konusudur. Örneğin Antichrist’te “Beyaz Adam”, doğanın yokuşunu uygarlığa doğru çıkarken “kadını” da ateşe verir. Fakat ilginçtir ki Trier’de iktidar ilişkilerinin tarihsel olduğunu düşünmemize fırsat veren göstergeler de vardır: Melancholia’da aile, Anti-Christ’te yine aile ve pozitivist-fallosantrik dünya görüşü…

Trier’dekine benzer, görece negatif bir antropolojiyi Gabriel Garcia Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ından da çıkarsamak mümkündür. Aşkına kavuşamayan Florentino Ariza âdetâ cinselliğe sürgün edilmiştir. Artık söz konusu olan oynamak, baştan çıkarmak ve ele geçirmektir. Oysa aşk baştan çıkarmak değil, kapılmaktır. “Çölden ve ağıttan bir otağ” olan âşığın başarı ve irade gibi maşist işaretlerle donatılması imkânsızdır. Tam da bu noktada belirtmek gerekir ki Batı Metafiziği’ni iktidar, varlık, namevcudiyet gibi birçok kategoreme uğratan düşünürlerin en büyük eksikliği İradesizlik Metafiziği’ni gündeme getirmemiş olmalarıdır. İster insanın dünyaya tahakküm edebildiği dışsal iktidarı olsun, isterse de kendisine hükmedilme iradesi olsun, aşk bütün bu pozitif değerleri bir bir ortadan kaldırır. Emmanuel Lévinas’ın da yazdığı gibi; “Aşk … bizim inisiyatifimize bağlı değildir, bir temeli yoktur, bize aniden gelir ve bizi incitir.” (Aktaran: Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı)

Kolera Günlerinde Aşk’ta, uzak bir geleceğin akşam vakitlerine ertelenmiş olsa da aşk asla yok sayılmamıştır. Bu romandaki iktidar ilişkisinin başat olarak Fermina Daza’da, yani bir kadında somutlaşması ilk bakışta Marquez’in eril bir bakış açısına yerleştiğini düşündürse de, aslında Marquez’in altını çizdiği gerçeklik, ilişkilerimizi bir hesap defterine dönüştüren patriyarkanın anonimliğidir. Unutulmamalıdır ki “erkeklik” bir beden hâli değil bir ruh hâlidir ve bu bakımdan da bütün cinsiyetlere sirayet ederek kendisini aşkınlaştırır. Buna benzer temsiller, Tanpınar’ın Mahur Beste’siyle Woody Allen’ın Café Society’sinde de karşımıza çıkar. Neredeyse non-binary bir karakter olan Behçet Bey, yaşadığı evlilikte “kadınlık” derekesine indirgenen taraf gibidir. Ağlaktır, âşıktır ve de en önemlisi zavallıdır. Gerçi aynı Behçet Bey’in Tanpınar’ın bir başka yapıtı olan Huzur’da, entrikalı kıskançlıkları yüzünden eşinin kahrından ölmesine vesile olan biri olduğunu da öğreniriz ama onun kıskançlıkları bile toplumsal cinsiyet rejiminin kadına isnat ederek aşağısadığı zavallı kıskançlıklardır. Café Society’de ise Vonnie, Caz Çağı’nın güçlü ve karizmatik yapımcılarından Phill Stern’in “erkekliği”ne yenik düşer ve “efemine” sevgilisi Bobby’den ayrılır. İlginçtir ki bu hadise Bobby’ye de iktidarın kurallarını ve yalan atmayı öğretecektir. Öte yandan erkeğin kadına “erkekçe” yaklaştığı bir temsile örnek olarak Jean-Luc Godard’ın Vivre Sa Vie’sindeki ilk tabloyu düşünmek daha yerindedir. Paul, Nana’ya, “Beni şu an terk ediyorsun çünkü yeterince zengin değilim” der. Aslında patriyarka, bu tarz “kadınlık”ları hayâl ederek, kendi sanrısını gerçeğe dönüştüren bir psikoz gibidir. Ama bazı durumlarda maşizmin anonim olduğunu söylemek, erkekliği maskeleyen bir manevraya dönüşebilir. Eleştiri; kimin, neyi, nerede, ne zaman ve nasıl söylediğinden asla bağımsız düşünülemez.

Her şey bu kadar da kötü değil tabiî. Füruzan’ın Gecenin Öteki Yüzü adlı öyküsünden, Mehmed Uzun’un Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık adlı romanına birçok edebî temsil, aşkı mutlak bir değer olarak yüceltmiştir. Bu tarz temsillerde aşk, kendine has bir komünizm yaratır. Alain Badiou de Aşka Övgü’de benzer bir tavır takınmıştı. Öte yandan komünizmin, nihayetinde politik anlamda iktidarın ortadan kaldırıldığı bir özgürlük rejimi olduğunu hatırlarsak, aşkın kendine has komünizminin sözünü ettiğim İradesizlik Metafiziği’yle de ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü aşk bütün tarafları yere düşürür. Artık herkes, hükmedemeyecek kadar mülksüzdür. Aşkın çekip gittiği bir dünyayı ise Bram Stoker’ın Dracula’sındaki gibi mutsuzluk ve şiddet kaplar.

Son söz, “Eros’un ıstırabı”nı iliklerine kadar hisseden Oktay Akbal’ın: “Aşksız bir insan nasıl yaşar, nasıl yer, nasıl dolaşır, neler düşünür diye merak ederdim. Herhalde böyle bir insan şehrin uçsuz bucaksız caddelerinde gölgesini arkasına takarak gezmez, Unkapanı Köprüsü’nden mavnaları seyretmez, parklarda avarelikten hoşlanmaz, aşk filmlerini sevmezdi. O, işini gücünü bilen, caddelerde hep hızlı hızlı koşan, tramvayları doldurup taşıran, ayakları çıplak çocuklara sadaka vermeyen bir insandı. Yalnız kendi için yaşar, başka bir şey bilmezdi.”