Edebiyatı politik mercekle okumak

ÜMİT ŞENESEN

Fatih Yaşlı’nın geçen ay Yordam Kitap yayınları arasında çıkan Devlet, Düzen, Anarşi: Türkiye’de Edebiyat ve Antikomünizm adlı kitabı, edebiyat yapıtlarını sınıf kimliği açısından ele almayı deneyen ilk incelemelerden biri olarak göze çarpıyor.

Sayfa sayısı 400’ü aşan bu çalışmanın ilk bölümü Nâzım Hikmet karşıtlığına ayrılmış. Nejdet Sançar’ın, İlhan Egemen Darendelioğlu’nun, Mehmet Kaplan’ın, Fuat Uluç’un yazılarıyla Nâzım’ın Türklüğü, vatan şairliği, şiiri yerin dibine batırılıyor, ne vatan hainliği, ne burjuvaziliği, ne de ahlaksızlığı kalıyor. Bu yazarlardan Necip Fazıl ile Nâzım’ın ilişkileri ise özel bir ek oluşturuyor.


İkinci bölüm Peyami Safa’ya ayrılmış. Bu yazarın da Nâzım ile önce bir dostluk dönemi var; birbirlerine kitap bile adıyorlar ama sonra yolları ayrılıyor. Peyami Safa da gerek Nâzım, gerek Aziz Nesin hakkında söylemediğini bırakmıyor. Sonraki bölümde Nihal Atsız sahneye çıkıyor, hem “Nâzım Hikmetof”a hücum etmesi; hem Sabahattin Ali’ye, onun Atsız’ı, Peyami Safa’yı ve Necip Fazıl’ı takma adlarla masaya yatırdığı bir romanının adına gönderme yaparak “İçimizdeki Şeytanlar” diye yaftalaması anlatılıyor.

Dördüncü bölüm, 1947’deki Hasan Âli Yücel-Kenan Öner davasına ayrılmıştır. Yücel, 1938-46 arasında Maarif Vekilliği (şimdiki adıyla Milli Eğitim Bakanlığı) yapmıştır. Başında İsmail Hakkı Tonguç’un bulunduğu Köy Enstitüleri onun bakanlığı sırasında kurulup gelişmiştir. Kenan Öner ise hem 1944 ırkçılık-Turancılık davasının sanıklarını savunan bir avukattır, hem Demokrat Parti İstanbul İl Başkanıdır, hem de o dönemde komünist diye bilinen Zekeriya Sertel’in kurucuları arasında yer aldığı İnsan Hakları Cemiyeti’nin ilk basın toplantısına kendi avukatlık bürosunun kapılarını açmıştır.

Önceleri Serrtel ile ilişkiye geçen Demokrat Parti ileri gelenleri, Sertel’in çıkardığı “Görüşler” dergisine Adnan Menderes’in bir yazı göndereceğine söz verseler de bu işbirliği hayata geçirilememiştir. 1947 başlarında Dâhiliye Vekili (şimdiki adıyla İçişleri Bakanı), Meclis kürsüsünde komünist faaliyetlerini anlattığı konuşmada bu ilişkilerden söz ederken Marşal Fevzi Çakmak’ı da işin içine katmıştır. Çakmak birkaç gün sonra verdiği yanıtta, eski bir Maarif Vekilini Köy Enstitülerindeki komünist yuvaları konusunda uyardığını belirtir. Yücel de Ulus gazetesine yazdığı iki yazıyla bu bakanın kendisi mi olduğunu sorar. Yücel’i suçlayan yanıt Çakmak’tan değil Kenan Öner’den gelir. Öner, 1944 davasındaki sanıklardan “birçoğunun ağır hapis cezaları” almasına Yücel’in yol açtığını ileri sürer. Bunun üzerine Yücel, Öner’e dava açar.

Suçlamalar Yücel’le sınırlı kalmaz. Davanın çeşitli tanıkları Nâzım’ın, Sabahattin Ali’nin yanı sıra öğretmen Rıfat Ilgaz, bakanlığın Tercüme Bürosunda çalışan Orhan Veli, Adnan Cemgil, Abdülbaki Gölpınarlı, Sabahattin Eyüboğlu, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğretim üyeleri Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif Başoğlu, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi kişileri de da işin içine katarlar. Devlet, Düzen, Anarşi’nin sonraki sekiz bölümü komünizm karşıtı bakış açısıyla yazılmış romanları konu edinir. Bunlar, 1965 sonrası dönemde Türkiye’yi anlatan Tarık Buğra’nın “Gençliğim Eyvah”, Emine Işınsu’nun “Sancı” ve “Canbaz”, Adnan İslamoğulları’nın “Kuyu”, Misli Baydoğan’ın “Hatırla Beni”, Ş. Adnan Şenel’in “Secdeden Sehpaya”, İskender Pala’nın “Karun ve Anarşist” ile İkinci Dünya Savaşı yılarında Kırım’ı ele alan Yavuz Bahadıroğlu’nun “Kırım Kan Ağlıyor” adlı romanlarındır. Fatih Yaşlı bu romanları incelerken edebiyat eleştirisi yapmayı amaçlamıyor, yani romanların edebi yönünü değil, siyasi niteliklerini mercek altına alıyor. Bu romanların ortak yönü, sınıf çelişkilerini yok saymalarıdır. Hepsinde ülkücüler saf, temiz, yürekli, köklerine, dinine bağlı Anadolu çocukları olarak çizilirken, devrimciler bunalımlı, burjuva kökenli, beyinleri yıkanarak acımasızlaştırılmış, soysuzlaştırılmış, çarpık ilişkilere yöneltilmiş gençlerdir.

Yazar, günümüzdeki iktisadi bunalım ile buna ilişkin olarak derinleşen yoksulluğun sınıf çelişkilerini daha da keskinleştirebileceğini, kitleleri düzenden kopmaya itebileceğini ileri sürüyor. Hele bir de bunalım ile iktidarın siyasi kimliği birleştirilebilirse, kitlelerin sağ siyasetten kopup sola dönebileceklerini, bu olasılığın düzeni endişelendirdiğini belirtiyor.