Müzik alanındaki başarılarını edebiyat arenasına taşıyan Erdal Güney, ilk kitabı ‘Kasabanın Akşam Halleri’ni okurlarla buluşturdu. Kitapta yer alan 18 öyküye Fahrettin Engin Erdoğan’ın çizimleri öykülere eşlik ediyor.

Edebiyatta kendi serüvenimdeyim

Sercan MERİÇ

Yeni kitabıyla ilgili sorularımızı yönelttiğimiz Erdal Güney, yazma serüveni ile ilgili “Kendi serüvenimdeyim. Zaman, insanı en can alıcı yerinden yakalar, orası da belleğidir. Hafıza tazelemeye dönük şeyler üretmek de aslında bellek tutmaya dönük bir çaba” diyor.

İşte Güney’in yanıtları…

Edebiyat macerası nasıl başladı?
Mart ayında pandemi başlayınca Bavul dergisinden bir yazı istediler. Sonra bir yazı gönderdim. Robert De Niro’ya New York’ta bağlama çalmıştım. Tribeca Film Festivali’ne gitmiştik. Onun öyküsünü anlattım ben. Robert De Niro’yla o anın fotoğrafı benim evimdeki duvarda asılı. Bir kuzen gelmişti. ‘Cevdet Enişte’nin ne işi var burada?’ demişti. Sonraki ay bir tane daha yazı istediler. Zülfü Livaneli ile ilgili bir hikâye yazdım. Sonra dediler ki sayfa senin. Yazarlık, çok disiplinli bir iş. Ben müzisyen olduğum için kendine özgü disiplinle, üretimde bulunabilen bir insanım ama yazı öyle bir şey değil.

Peki, ilk yazılara dönüp baktığınızda neler düşünüyorsunuz?
Biraz üzerine düşününce, yazdığımın aslında olay öyküsü olduğunu gördüm. Üretilmiş şeylerin bir biçime, bir anlama oturmasını tercih ediyorum. İyi üretmekten çok geçmişten bugüne doğru gelen birikimlerle de ilişkimi doğru kurmak gibi bir derdim var. Yüksek lisansım sinema ve televizyon üzerine. Bir de iktisat mezunu olunca tabii senaryo yazdım. Olay öyküsü ve tretman arası bir ilişki kurabilirsen okuyucu açısından bir yere oturabilir. Onu denemeye çalıştığım ilk öykü yine hayat hikâyemde saklı. Öyküler benim kendi gerçek hikâyelerim.

“Hocadan yana biraz şanslı olacak öğrenci” diye bir cümleniz var. Sizin yazma serüveninizde pusulanız oldu mu?
Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü, Yaşar Kemal, gibi birçok insanı söylemem mümkün. Ben bir yolculuk yaptım aslında. 30 yıl sonra pandemi döneminden dolayı kasabaya döndüm. O süreçteki okumalarım yazma serüveninde tekrar canlandı. Louise Glüek’in bir cümlesi var, “Dünyaya bir kez çocukken bakarız gerisi hatıradır” diyor. Tabii her başımızdan geçenin bir öykü olması mümkün değil. Hani bunun bir dramatik bir çatışması, karakterleri, mekânı, temposu gibi çok yönü var. Yazar bazı arkadaşlarım motive etti, katkılar sundu.

Öykülerinizde kasabayı sinemadaki gibi böyle puslu, gri bir yer olarak görmüyoruz. Sizin için kasaba nasıl tarif edilir?
Kasabayı böyle kente gitmek üzere tutsak edinilmiş bir yer olarak algılamak problemli bir şey. Kentin arka bahçesi değil. Kuşkusuz kendi özgünlüğünde ve kendi sosyolojisinde farklılıkları var. Örneğin, ben kasabaya adım attığımda iki tane çay söylüyorum kahvede. Şimdi İstanbul’da hani böyle bir şey olmuyor. Yaşadığımız hayatın sıkıntılarını ifade etmek bizi tanımlamak için yeterli olmaz. Belki bir alan oluşturabilir. Kitabın girişinde Edip Cansever’in “Yalan her tenha kasabanın akşam vaktidir” dizeleri yer alıyor. Benim yıllar önce kasabayla tekrar buluşmamda çok güzel bir dizeydi o. Akşam vakti bir yalnızlık hikâyesine de tekabül ediyor. Bizim kasabanın akşam hikâyeleri o tarafa dokunmasa bile onu da unutturmaya çalışan bir yerde durmuyor.

Öykülerinizi görsel olarak da canlandırabiliyoruz. Bu sinema ile ilgili bilimsel olarak çalışmanızın da etkisi mi?
Kafamda canlandırabiliyorum. Canlandıramadığım metinler olumsuz anlama gelmez ama bazılarımız öyledir. Ben de öyleyim. O yüzden Yaşar Kemal’i ben yüz bin defa zihnimde canlandırmışımdır. Çünkü tanıdığım bir coğrafya. Görsel anlatım biraz Akdeniz öykülemesi içinde söylenebilecek bir şey.

Öykülerin başında diyaloglar var. Bu da sizin üslubunuzla alakalı farklılık yaratan bir unsur sanırım…
Evet, hep diyalogla başlıyor. Ben bunun anlaşılmasını çok istiyordum. Aslında bu kendi doğallığında gelişti. Yine sinemayla ilgimden de kaynaklı olabilir bu. Olayın okuyucu açısından bir anda ne olduğuna ilişkin pratik bir sorgu oluşturuyor. Diyalog aslında çok fazla şeyi belirliyor. Öykünün akışına bir ritim katmak açısından etkili oldu.

Peki, geçmişinizden doğan bu öykülerin geleceğe dair ne söylemesini istersiniz?
Ben aslında geleceğe ait bir şey söylemekten vazgeçtim. Yeni şeyler söylemek değildir geleceğe ait bir şeyler söylemek. Edebiyat dünyası başka bir şey. Ben kendi serüvenimdeyim. Geleceğe ilişkin cümleler kurmaktan çok zamanı kendi haline bırakıyorum. Zaman, insanı en can alıcı yerinden yakalar, orası da belleğidir. Hafıza tazelemeye dönük şeyler üretmek de aslında bir bellek tutmaya dönük bir çaba. Gelecek bir tahayyül hikâyesi. Yolculuk geleceğin belirsizliği içinde inşa edilemez. Aslolan hikâyeyle birlikte ifade gücünün olması.

Öykülerdeki karakterler de dikkat çekici. Mesela Gazeteci Nadir’den bahsedebilir misiniz?
Benim çok gazeteci arkadaşım var. Üniversite yıllarında gazetede çalıştım. Gazetecinin herkesle teması vardır. Herkesin saygısının olduğu birisidir. Gündemi çok koklar. Kasabalarda gazeteciler çok önemlidir. Gazeteci Nadir aslında benim tanıdığım bütün arkadaşlarımın toplamı.

Birçok öyküde de futbol var. Futbolla kurduğunuz ilişki nasıl yansıdı yazma serüveninize?
Ben futbol oynadım. En sonunda beni stoper yaptılar. Bir de futbol oynarken ahlaklı oynarım. Birine faul yapıp yenilgiyi ortadan kaldıracak bir pozisyona izin vermezdim. Lisede atıldığım okulla bir maçımız vardı. Ben gol attım, sevinmedim. Karşı takımın kalecisi beni alkışladı. İnanılmaz bir şeydi.

Bundan sonra devam edecek mi öyküler?
İki senaryo üzerine çalışıyorum. Sanat şöyle bir şeydir zaten. Bunun formasyonunu edinmeye çalışırsın. Sonra senin bir derdin vardır ve bu derdi anlatman gerekiyor. Mesela 12 Eylül çok erkek üzerinden tarif edildi. Ancak büyük bedeller ödeyen kadınlar var. Hiçbir diyaloğu olmadan, görünmeden bir kadın karakteri işlemeye, çalışıyorum. Bunun filmini çekmek istiyorum. Ancak sinema bir kalemle kâğıda bakmıyor. Bunun romanını da yapmak istiyorum.

Bu kitap Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kaosun, krizin içerisinde yayınlandı. Bu kriz nasıl etkiliyor sizi bir sanatçı olarak?
Stüdyo masrafları, müzisyen arkadaşların emeklerinin karşılığını verebilme maliyetleri ve prodüksiyon, bunu insanlara ulaştırabilmek baş edilebilecek gibi bir durum değil. Artan dolar kuruyla beraber benim ihtiyacım olan malzemelerin fiyatı iki katına çıktı. Kitabın ilk baskısı bitti, ikinci baskıya girecek. Ancak basım maliyeti 10 gün önceki fiyatlarla aynı olmayacak.

edebiyatta-kendi-seruvenimdeyim-957602-1.
KASABANIN AKŞAM HALLERİ- Erdal Güney
SOL Kültür, 2021

***

Erdoğan: Kasabalılardan biri oluverdim

‘Kasabanın Akşam Halleri’ kitabındaki Erdal Güney’in 18 öyküsüne Fahrettin Engin Erdoğan’ın 18 illüstrasyonu eşlik ediyor. Erdoğan ile kitabın serüvenini konuştuk.

Öncelikle Erdal Güney ile bu kitapta birlikte çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Erdal’la zaten farklı konser tasarımları, film ve klip çekimleri üzerine sürekli bir proje üretme çabasındayız, yan yana geldiğimiz her an. Bavul dergisinde öykü yazmaya başladığında, öykülerin içerikleriyle uyumlu illüstrasyonlar çizmeyi önerdim. Kabul edince de başladık. Bu öykülerin bir kitapta toplanması gerektiğini düşünüyorduk baştan beridir. Sonra Sol Kültür’den böyle bir teklif gelince de bunu değerlendirelim istedik. Böylece kitap, 18 öyküye 18 de illüstrasyon eklenerek yayımlanmış oldu.

Güney’in öykülerini okuduğunuzda sizde doğan hissi nasıl özetlersiniz?
Arkadaşımdır diye söylemiyorum, oldukça yaratıcı bir düşünceye sahip Erdal. Öykülerindeki bu yaratıcılıkta müzisyen ve sinemacı kimliğinin de katkısı olmalı. Öyle ki, sinema görselliğiyle kurgulayıp müziğin ritmiyle de hareket katıyor öykülerine; okurken, şarkılarından birini dinliyormuşum gibime geliyor. Özenle seçerek kullandığı kelimeler cümle içerisinde ne bir eksik ne bir fazla, yerli yerinde. Ve karakterler, şive, üslup, yaşam tarzı, davranış biçimleriyle hikâyeden fırlayıp çıkıyorlar ve bizimle yaşıyorlar gibi sahici. Abartı yok! Doğrusunu söylemek gerekirse bu çizimlerde karakterlere biçim, kurguya hareket vermek benim için zorlayıcıydı. Okurun kendi kafasında yarattığı tiplemelere müdahale etmek ciddi bir sorumluluk istiyor.

Güney’in, ilk kitabındaki öyküler kasabayı anlatıyor. Çizimleri yaparken sizin kasabayla nasıl ilişki kurduğunuzu öğrenebilir miyiz?
Çocukluğum ve gençliğim büyük kentlerde geçti, önce Ankara ve ardından İstanbul. Kasaba hayatı yaşamadım. Erdal’ın öyküleri Anamur’da ve farklı tarih skalasında geçiyor, kimisi gerçek ama çoğunlukla da kurgu. Hikâye kurgu ama karakterlerden hangilerinin gerçek olduğunu anlamakta zorlanıyorum haliyle. Radyocu Rıza, Matbaacı Nadir, Berber Seyfi, Nalbur Ethem, Çaycı Emin, Dondurmacı Durali, Mandıracı Sevim, Jön Bahtiyar, Mekâncı Recep, Hatice Teyze, Züccaciyeci Emin, Amigo Zafer, Tomaranların Rıza ve daha başkaları… Kasaba hayatına ait dönemsel fotoğrafları, mekânları, kişilikleri inceliyor, mesleklerine, yaşlarına, karakteristik yapılarına göre eskizler çıkartıyor, sonra da karar verdiğim karakteri çizmeye başlıyorum. Tüm bunlarla boğuşurken bir de baktım kasabalılardan biri oluvermişim.

Kitabın dışında çizimle ne zamandır uğraşıyorsunuz?
Üniversite yıllarımdan önce de çiziyordum, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde resim okuduktan sonra da haliyle benim için çizim bir yaşama biçimi, bir “çığlık atma” yöntemi oldu. Pek çok çocuk kitabı filan resimledim, gazetelerde, dergilerde karikatürlerim/illüstrasyonlarım yayınlandı, kitap ve dergi kapakları tasarladım, üniversitede illüstrasyon derslerine girdim yıllarca. DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası’nın ve Şişli Belediyesi’nin ayrı ayrı yayımladıkları “Çocuklar İçin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” kitabımın ve İnkılap Yayınevi’nden çıkan, Ömür Sabuncuoğlu’nun derlediği, benim de illüstrasyonlarını yaptığım “Onların Öyküsü” kitabının yerleri ayrıdır. Şimdilerde de Bavul Dergi’de Erdal Güney’in öykülerini resimliyorum ve yine Bavul’da Oğuz Alkan’la birlikte “Replikatör” sayfasını yapıyoruz.