Edebiyattan öğrenmek

Zafer Köse

Yalıtkanlar, iletkenler

Ortaokulda, bazı maddelerin elektriği geçirdiği, bazılarının yalıtkan olduğu anlatılır. Plastik, yalıtkan bir madde diye tanımlanır, bakır ise iletken. Hava için de yalıtkan denir. Oysa gerçekte saf iletken bir madde olmadığı gibi, elektriği hiçbir şekilde geçirmeyen madde de yoktur. Örneğin, arabaların bujileri havanın iletkenliği sayesinde çalışır. Endüksiyon bobininde üretilen 18 bin voltluk elektrik, buji tırnakları arasındaki 2 mm’lik havadan geçerken ark oluşturur.


Öyleyse, havaya “yalıtkan” demek yanlış mıdır? Değildir elbette. Günlük hayatımıza etki eden bir yanlışlık değildir. Prizlerdeki 220 veya 380 voltluk elektrik, hiçbir şekilde havadan geçemez, bize kendiliğinden ulaşamaz. Dolayısıyla, bir maddeye iletken veya yalıtkan derken, günlük hayatımıza etkisini dikkate alırız.

Korkular, hayaller

Aynı durum korkaklık, sevecenlik, hayalcilik gibi insan özellikleri için de geçerli. Her gün karşı kaldırıma geçmek veya mutfakta bıçak kullanmak gibi onlarca davranışımızı, tehlike karşısında önlem almamızı gerektiren korku duygusu sayesinde güvenle gerçekleştirebiliyoruz. Bir tehlikeye karşı kendini korumak, yaşamın en sağlıklı güdülerinden biri. Benzer şekilde, gerçekleşmemiş olayları gerçekleşmiş kabul ederek düşünmek, yani hayal kurmak gibi yaşamı destekleyen ve güzelleştiren birçok insan özelliğinden söz edilebilir.

Bir de bu özelliklerin günlük hayata olumsuz etki ettiği durumlar var. Gerçekle hayali birbirine karıştırarak yaşamak gibi. Bu sorunun ilerlemiş haline, bilindiği gibi, şizofreni deniyor. Bir tehdit bulunmadığında ortaya çıkan kaygı da psikolojik bir sorunla ilişkili olabiliyor. Veya tehlikenin büyüklüğüyle orantısız bir kaygı duymak… Örneğin, abartılı bir gurur ve bencillikle birlikte kendini gösteren ve nedensiz duyulan kuşkulara karşılık gelen paranoya.
Korkmak ve hayallere dalmak özellikleri herkeste vardır. Bunlar, kişinin etrafındakilerle iletişimine, günlük etkinliklerine, geleceği planlamasına engel olacak nitelikteyse, hastalık kabul edilir.

Padişahın kuruntusu

Livaneli’nin tarihsel romanı Kaplanın Sırtında’da, tahtan indirilip Selanik’te bomboş bir köşke yerleştirilen Abdülhamid’in hikâyesi anlatılıyor. Daha doğrusu, bir dünya imparatorunun iktidarını kaybettiği günlerdeki psikolojisi inceleniyor.

Ailesiyle birlikte tutulduğu o binada, Abdülhamid, sokağı bile görememektedir; pencereler dışarıdan ahşap perdelerle kapatılmıştır. Dış dünyayla iletişimi, sadece kendisini denetleyen konumdaki bir doktor, bir kumandan gibi kişilerin seyrek ziyaretlerinden ibarettir.

İlk görüşmelerinde, Binbaşı Ali Fethi, köşke getirilen yemeklerin Selanik’in en iyi lokantası Pastaciyan’da hazırlatıldığını söylüyor. İyi niyetle söylenen bu “yemek” ve “hazırlatılmış” sözlerini duyar duymaz Sultan adeta bir panik yaşıyor. Kendisini zehirlemeye çalıştıklarını düşünüyor. Abdülhamid’in o dillere destan “vehm-i hümâyun”unun romandaki ilk belirişi böyle olur.

Aslında o anda devrik padişahın içinde büyüyen bu korku, onun ruh haliyle ilgili “sağlıklı” veya “sağlıksız” diye bir sonuç çıkarmamıza yetmez. Romanda çeşitli vesilelerle aktarıldığı gibi, çocukluğu şehzadelerin boğdurulduğu saray ortamında geçmiş bir insandır o. Hanedan üyelerinin ani bir kararla öldürülebileceği, en başından beri hayatının bir gerçeğidir.

Geriye dönüşlerle, Abdülhamid’in tahtını koruyabilmek için aldığı önlemleri okurken, duyduğu korkulara tanık oluyoruz. Zehirlenmemek için suyu mühürlenmiş şişelerden içen bir faninin balıkların içinde bomba bulunup bulunmadığının araştırılmasını istemesinde şaşıracak bir şey yok. Hatta suikast girişimi gibi, bir insanın yaşayabileceği en tehlikeli anlarda bile inisiyatif kullandığını, çevresindekileri doğru yönlendirdiğini, soğukkanlı hareket ettiğini gözlüyoruz. Lokantaların yemeğini yememek, öyle tehlikeler yaşamış insanın makul bir önlemi gibi de görülebilir.

Yüreği ürperen insanlar

Ne var ki, özellikle odasında yalnız kaldığı anlarda kapıldığı panik, hiç de sağlıklı bir insanın ruh halini yansıtmıyor. Ortada hiçbir tehlike yokken, duyduğu tıkırtılardan, cama vuran gölgelerden dehşete düşmesi, yatağın altına saklanması…

Abdülhamid’in ömrünü hep öyle yaşadığını anlıyoruz. Bakkaldan yıldız şehriye isteyenin Yıldız Sarayı’ndan bahsettiği düşünülerek sürgün edilmesi, padişahın burnundan bahsedilme ihtimaline karşı burun kelimesinin yasaklanması, paranoya ve takıntının iktidar gücüyle birleştiğinde toplumu nasıl etkileyebileceğini açığa çıkarıyor.

Böyle duygularının oluşmasını sağlayan koşulların, aynı zamanda Abdülhamid’in entrikacı yönünü geliştirdiğini de anlıyoruz. Muhaliflerini ortadan kaldırırken bile merhametli padişah imajı yaratmayı başarıyor.

Kaplanın Sırtında, yayınlandığı ilk haftalardan itibaren, daha çok, tarihsel tartışmalara neden oldu. Daha doğrusu, tarihin algılanması ve yorumlanmasıyla ilişkili güncel politik tartışmalara… Aslında romandaki psikolojik unsurlar da en az o kadar geniş bir tartışma olanağı sağlıyor. Sesi medyaya ulaşmayan çoğunluktaki roman okurları için bu daha öncelikli bir konu olsa gerek.

Çünkü bütün iyi romanlardaki “insanı koşulları içinde anlatma” çabasının, Kaplanın Sırtında kitabının ortaya çıkmasında belirleyici olduğu açıkça görülüyor. Olayların yaşandığı dönemde Osmanlı coğrafyasındaki gelişmeler, hanedanın özellikleri, dünyadaki dönüşümler gibi bütün unsurların işlevi, anlatılan insan hikâyesini somutlaştırmaktan ibaret.

Zaten edebiyatçının işi bu değil mi? Belli bir zamanda ve belli bir bölgede yaşananları anlatırken, başka bölgelerde ve sonraki dönemlerde de geçerli insan özelliklerini irdelemek.

Bilgi kaynağı

Kaplanın Sırtında, “Edebiyat öğretir mi?” konusunu (yeniden) tartışmaya vesile olabilecek bir kaynak olarak da karşımızda duruyor. Bir bilgi kaynağı mıdır edebiyat, eğlence midir, mücadele aracı mıdır?

Herhalde bunların hiçbiri değildir, tek başına. Ve her birinin doğruluk payı vardır. Livaneli, önceki söyleşilerinde ve yazılarında, yazarlığı, anlatmanın olduğu kadar, anlamın bir yolu olarak gördüğünü; okurken de yazarken de edebiyatı bir algılama ve düşünme etkinliği gibi yaşadığını söylemişti.
Yanıtlar aramak, düşünmek, anlamak… Bu zihinsel etkinliğin hayatta üç yolu var, diyebiliriz, değil mi? Bilim, felsefe ve edebiyat-sanat. Birbirinden bağımsız biçimde farklı yönlerde ilerleyen yollar olamaz bunlar. Her biri, diğer ikisinin sağladığı kaynakları kullanır. Ama her birinin niteliği de farklıdır.
Edebiyat, deneylerle ve hesaplamalarla ulaşılan veya bir araştırma sonucunda ortaya çıkarılan bilgileri yayınlamaktan bambaşka bir şey. Olguları inceleyerek soyut düşünceler geliştirmekten de farklı bir uğraş.

Yaşamadığımız deneyimlerimiz

Düşünce sistemlerini, çeşitli kuramları anladığımızda, teknik veya sosyal bazı kuralları öğrendiğimizde bazen bunları pek içselleştiremediğimiz olur. Okulda öğretilenleri anladığımız halde zihnimizde bir yabancı madde gibi taşıdığımız durumlar gibi.

Romanlardan öğrendiklerimizde böyle bir sorun yaşamayız. Çünkü öyle öğrenmek, bir tür yaşam deneyimi kazanmaya karşılık gelir. Örneğin, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanında, Paul revirde, kafası parçalanmış arkadaşının başındayken, radyoda bir yetkili “Batı cephesinde kayda değer bir şey yok” diye açıklama yapıyor. Bu konuda çeşitli kuramlar geliştirilebilir, düşünceler üretilebilir. İstatistiklerle, araştırmalarla birçok bilgi üretilebilir. Ama hiçbir şey, Remarque’ın bu romanındaki kadar hissettiremez bize, savaş kararını verenlerle cephede savaşanlar arasındaki ayrımı.

Edebiyat yapıtlarında, hikâyesi anlatılan kahramanın ruhunu hissederiz. Olayların geçtiği mekânların atmosferini soluruz, dönemin algı biçimini kavrarız. Bir insan ömrünün yetmeyeceği kadar yaşanmışlık biriktirmeye, bu şekilde hayatı öğrenmeye yarar edebiyat. Bizi anlatır, bize.
Ne var ki, günlük politik tartışmalarda koşullanmış gözlerle okumak, edebiyatı algılamaya engel oluyor. Ey dostlar, okuyacaksanız, Kaplanın Sırtında’yı bir roman olarak okuyunuz.