Hırsızlık suçtur. Bilerek çalıntı mal pazarlamak ve satın almak da suçtur. Çalacağı malı satmak üzere hırsızla önceden...

Hırsızlık suçtur. Bilerek çalıntı mal pazarlamak ve satın almak da suçtur. Çalacağı malı satmak üzere hırsızla önceden anlaşmak ya da pazarlamak üzere hırsızlara sipariş vermek ise suça iştirak ve suça azmettirme, kısacası suç işlemek üzere örgüt kurmaktır. Bunları yapan, suçu engellemek, olmadı suçluyu yakalamak, yargılamak ve cezalandırmakla yükümlü olan, bunun için devletten maaş alıp devletin gücünü kullanma yetki ve imkânını tekelinde bulunduran polis, savcı, yargıç ve/veya onların da amiri konumundaki birisi ise, suç tabiî ki çok daha büyük; bu arada, ahlâksızlık ve şerefsizlik de zirve yapmış demektir. Ancak zirvenin de zirvesi vardır; zira, insanların evlerine, mahrem yaşama alanlarına gizlice girip kamera yerleştirmek suretiyle onların başkalarıyla paylaşmak istemedikleri bir şeylerine el koyup pazara sürmek, basit bir hırsızlığın çok ama çok ötesindeki bir şeydir.

Bu hükümet Deniz Feneri davasını uykuya yatırttı; Arınç’a suikast diye yaygara kopartılıp ‘kozmik oda’ya falan girildi; ama ortaya suikast falan çıkmadı; Baykal kasetinin üzerine ise hiç gidilmedi, oysa failleri ortaya çıkartmak hiç de zor değildi; KPSS soruşturmasından da, on bir ay oldu, tık yok. Son kasetlerin failleri de, bu hükümet varken başımızda, kesinlikle ortaya çıkartılmaz.

Kaset komplocularını teşvik, finanse ve himaye edenlerin ellerine, sadece çirkef değil, kan da bulaşmış gibi. İbrahim Tatlıses nasıl oldu da o kadar kolay vurulabildi o kadar iyi gözlenip korunan bir mevkide ve adamcağız daha Azrail’le pençeleşirken bile, bir yandan fatura PKK’ya çıkartılmak istenirken, olayın yarattığı infiali kimler kendi kâr hanelerine yazmayı denediler. Bir de Kastamonu saldırısı var; ki, Taraf’ta iki gün öncesinden haber veriliyor, polisin hedef alınacağı özellikle belirtiliyor, yöredeki militanların telsiz konuşmalarına kadar her şey kayıt altında; ama, Ankara’ya dönüş yolundaki boş parti otobüsüne eskortluk eden polislerin önü kesilip biri şehit ediliyor; başbakan ise o sırada helikopterle Amasya yolunda yüzlerce kilometre uzakta, binlerce metre yukarıda; olsun, yine de hemen atlıyor olayın üstüne ve boş otobüs bir anda başbakanın konvoyu, suikasta uğrayan da kendisi oluveriyor.

Kefeni polis Recep giyerken, başbakan Recep de kefen edebiyatını başlatıyor; adeta “bim, bam, bom, çok şükür dostlar; benim de artık bir suikastım var” havasında: Sonunda kendisi de ‘demokrasi şehit ve gazileri’ grubuna katılma şerefine nail olmuştur. Ayrıca, MHP’yi baraj altına itme hedefi açısından da, kendince çok önemli bir adım atmıştır: PKK’nın ‘tek hedef’i/baş düşmanı olduğunu tescil ettirterek, milliyetçilik tacını MHP’nin elinden almış olmaktadır.

Esas hedefi ise Meclis’te 367’yi bulup yeni Anayasa’yı tek başına yapabilmek; olmadı, 330 milletvekiliyle referanduma götürme gücüne sahip olmaktır. Önce şunu söyleyelim ki, referanduma ilişkin mevcut düzenleme gayri hukukî, dolayısıyla 12 Eylül oylamasının sonucu gayri meşrûdur: Meclis’te üçte iki (%67) çoğunluk sağlanamadığı için referanduma gidildiğine göre, sonucun geçerliliği ya oyların üçte iki (nitelikli) ya da toplam seçmenin mutlak (%50+1) çoğunluğu şartına bağlanmak zorundadır ve de geçen referandumda ‘AKP bohçası’na ‘evet’ diyenler seçmenlerin %45’ini bile bulmamaktadır; kısacası, halkın en az %55’i AKP’nin oyununa katılmayı reddetmiştir.

Bütün bunlar bir yana, AKP Meclis’te değil 367, 550 milletvekilinin tümünü eline geçirsin, yaptığı anayasa meşrûluk kazanır mı? Tam tersine, ülkeyi iç savaşa, parçalanmaya götürür. Ayrıca, ülkede huzur ve barışı sağlayacak olan, baştan aşağı yeni bir anayasa mı, yoksa insanları temel haklarını kullanmaktan alıkoyan yasal düzenlemelerin, en gayri vicdanî ve en gayri adil olanlarından başlamak üzere demlene demlene, sindire sindire değiştirileceği bir sürecin başlatılması ve bu bâbda, her şeyden önce vatandaşların eşit seçme-seçilme haklarını ellerinden alan seçim barajını tümüyle kaldırıp, ardından da millî bakiye sistemini getirmek midir; tabiî bu arada, yasallaştırılmış bir dolandırıcılık düzeneğinden başka bir şey olmayan ‘baraja endeksli hazine yardımı’ müessesesini de toptan lağvetme koşuluyla.

Bütün bunlar boş laflar diyebilirsiniz, AKP’nin hiçbir sınır tanımayan gözü dönmüşlüğü karşısında. “Her şerden bir hayır çıkar”; evet, doğrudan doğruya metafizik bir önermedir; ancak “şer ne denli yoğunsa, ondan bir hayır çıkartmak da o kadar olanaklı hâle gelir”, hiç de öyle değil, tam tersine diyalektik ve Prometheusçu bir öz taşır.

Türkiye, bugüne kadar hiçbir zaman yakalayamadığı bir fırsatla karşı karşıyadır: Siyasî ikbal uğruna, insanların yatak odalarından, etnik-mezhepsel aidiyetlerine kadar her şeyi seçim pazarına sürüp, kitlelere kin, nefret ve öfke aşılamakta hiçbir beis görmeyen bir zihniyet ve pratik karşısında, BBP veya MHP’sinden BDP’sine en farklı, hatta zıt unsurların ortak bir ‘Edep-hayâ Platformu’ temelinde, birbirlerini en azından görür ve eşit ahlakî özneler olarak tanır hâle gelmeleri.