Edip Cansever “Yeni şiir dil bakımından hem bir önceki şiire tepki; hem de onu genişleten, şiire yeni olanaklar kazandıran bir davranıştır“ diyor.

Edip Cansever ya da Düşüncenin Şiiri
Fotoğraf: Kültür İstanbul

Güçlü Ateşoğlu

Gül Dönüyor Avucumda başlıklı 1987 tarihli kitabında Cansever, düşünce ile şiir arasındaki ilişkiyi ele alıyor. “Düşüncenin Şiiri” başlıklı 1959 tarihli yazısına Paul Valéry’den bir alıntı yaparak başlıyor, “şiirin fikirlerle yapılamayacağını savunduğunu” aktararak: "'Şiirin içinde fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır' demiş Valery. O zaman da şunun tartışılması gerekiyor: Şair şiirinde ezoterik mi olmalıdır, bildiğini, fikrini, düşüncesini saklamalı mıdır? Bu bizi, şairin görünene izin veren, gerçekliği örten biri olduğu düşüncesine mi götürür?"


Cansever’in sorusuysa şu: "Düşünceyi bunca gizlemek, şiir yazmanın ilkelerinden mi? Ya da ister istemez alışkanlıklarını mı sürdürüyor; belli bir şiir geleneğinin tutsağı olmaktan kurtulamıyor mu?” Cansever şiirde düşüncenin üzerinin örtülmesine karşı çıkıyor, açığa çıkarılmasını istiyor; şiirsel mutluluğa bu yolla varmayı denemekten bahsediyor. Düşüncenin şiirini arıyor. Düşünceyi şiirden uzaklaştırmanın bilim, sanat ve felsefenin birbirinden ayrılması gibi olabileceği imleniyor, düşüncenin şiirinin “zorunluluğun şiiri” olduğunu belirtiyor.

Tartıştığı noktada ilginç saptamalar var. Şairi bir düşünür olarak görmek gibi. Bunu demekle de onun özcü olmadığında ısrar ediyor. Söz ile özü kapsayan, daha kuşatıcı bir kişidir düşünür şair ya da şair düşünür. Politik angajmanı olan şairlerin özcü olduğunu söyler gibi. Oysa ileri sürdüğü şair, politik anlayışları da kavrayacak bir bütünlüğe erişmiştir. Burada Cansever şiirin daha zeminde olduğuna vurgu yapıyor, “anlama”yı “kavrayacak” bir bütünsellik. Yenilenen şiirin şairi ile biçimcilikten ve sadece özcülükten alışkanlık ve/veya gelenek gereğince kopamamış şair arasına bir mesafe koyuyor ve yeni olanı, düşünürlüğünden dolayı “kişilik” oluşturmuş olarak görüyor. Salt sözlerle ve ifadelerle oynama biçimciliği karşısında öz ile biçimi bünyesinde kavrayan bütünsel bir şiir dediği. Mısraya takılıp kalmak istemiyor örneğin bir yazısında belirttiği gibi. Ölçünün yakalanması adına başka şiir formlarının, farklı şiirlerin reddedilmesi ya da onaylanmamasına karşı.

Eleştirilere karşı Cansever, kullandığı dilin, dilin bilinen akışını bozduğunu da düşünmüyor. Şiirin toplumsal bir görevi olmadığı şeklindeki yargı karşısında hemfikir değil. Burada kritik bir vurgusu var. Dil bir sonuçtur. Hegel’in "Sonuç her zaman süreçle birlikte sonuçtur" iddiasına ne derdi acaba? “Değişen koşulların, değişen düşüncelerin, değişen beğenilerin doğal bir sonucu…” Değişen koşullar aynı zamanda dili ve düşünceleri, beğenileri de değiştiriyor. Burada hem politik hem sanatsal bir tutum-alış hâkim. Ünlü İtalyan filozof Croce’den bir alıntı yapıyor: “Örnek bir dil aramak, hareketin hareketsizliğini aramak demektir.” Herakleitos’tan Hegel’e, oradan da Marx’a kadar götürebileceğimiz, değişimin yadsınamayacağı fikri merkezde. Felsefe tarihinde nasıl ki düşünceler birbirini kovalıyor ve bir tepkiyle ya da eleştirilerle düşünceyi genişletiyor, benzer bir şeyi şiir için de düşünüyor, özellikle kendi şiirimiz, yani özgün şiir için. Doğulu ya da Batılı şiire öykünmeyle oluşan şiir değil bu Cansever için. “Yeni şiir dil bakımından hem bir önceki şiire tepki; hem de onu genişleten, şiire yeni olanaklar kazandıran bir davranıştır“ diyor.

Gerçek yeniliği yapanların hem düşüncelerini sürekli değiştirmesi hem de kendisiyle kalması önemli bir başka nokta. Bu iddiayı Hegel’e kadar geri götürebiliriz. Filozofun düşüncesinin devinimi ve hareketi onun içinin, öznelliğinin dışa, başka insanlara, en genelindeyse varlığa aktarılmasıysa, aynı zamanda kendin olarak kalman da lâzım. Cansever, Hegel’le benzer bir şeyi söylerken, şairin bu serüvenin en üst noktası olduğunu belirtiyor; burada belki de Alman Romantiklerini akla getiriyor. "Şair, yaşadığı müddetçe en üst noktaları bulmalıdır" iddiasında. Bu iddia mühim, zira bu en üst noktaların toplamı onun kişiliğini oluşturuyor. Burada kişi-olma, kişilik felsefenin de önemli konularından biri, salt hukuki bir tabir değil. “Kişilik, düşünceye sıkı sıkıya bağlı bir kavram.”

Şiir üstüne yazdıklarında hem bir toplum ayağı var hem de şiiri belirleyen tek etken olarak onu görmemek var. İkili bir hâl alıyor ya da bu bileşim onu cezbediyor. Bir önceki kuşağın toplumsal koşullarıyla kendisininkinin arasında ayrım olduğunu da belirtiyor. Camus’den alıntı yapıyor: “İnsan hayatı soyutlaştırılmıştır.” Şiirde düşüncenin olmazsa olmaz oluşu, insan hayatının soyutlaştırılması anlamına gelmiyor. İnsan hayatının düşüncesizleştirilmesi ve değerini kaybetmesi anlamına geliyor. Daha önce kullandığı kişilik de, hukukun soyut hak kavramına dayalı kişisi ya da şahsı değil hiçbir şekilde.
“Tarihimiz, yalnızlığımızın tarihi olmuştur sanki” derken kendisinin “Batı'nın ‘bunaltı edebiyatı’”na öykündüğü düşüncesine de karşı çıkıyor. “Yılgınlık, karamsarlık, umutsuzluk” gibi tutum-alışlar karşısına düşüncenin ve sürekli kavramanın etkin oluşunu çıkarıyor. Hukuki soyutlamalar yerine “yeni sevgi biçimleri”ni özlediğini söylüyor. “İnsanın değerini, onun öz varlığını kurtaracak yeni yollar arıyoruz” diyor. Soyutlamalar, kuru zihinselcilik, katılaşmış, donmuş yöntemler eleştirisi burada devreye giriyor. Vico’dan, Hegel ve Marx’tan beri söylenen bir şeyin tekrarı var. “Düşünceye yöneliş, düşünceyi yaşantılarla bağdaştırmak, böylece yeni bir bileşime varma isteği.” Nedir peki bu diyeceksiniz, düşünceyi yaşantılarla bağdaştırmak? Cansever şöyle cevap veriyor sanki buna: “Bizi dışında bırakan gerçeğin değil, bizi de içine alan bir gerçeğin özlemini çekiyoruz.” Burada kişiyle ya da düşüncesi ve şiiriyle gerçeklik arasında bir ayrımın olmaması, içine alan bir gerçeklik özlemi, mekanik ve katılaşmış bir yaşamdan organik, canlı, içine alan, içine katan bir yorum yapabilmeyi mümkün kılıyor.

İşte tüm yorumlardan sonra şiirin yönünün somuta doğru gittiğini belirtiyor. Bununla da kişilik sorununu ilişkilendiriyor. Kişiliği kazanmak, dinî ya da değil geleneklerden kurtularak olur. Kendi gerçeklerimizle o zaman buluşabiliriz, Anadolu uygarlıklarının kültür ve sanatından yararlanarak yeni bir bileşim oluşturmak ve yeni bir şiir ortamı inşa etmek. Bu konuda, yıl 1960 bu arada, Cansever’in olumlu ve iyimser olduğunu düşünüyorum, en azından o zamanlarda.

Devamı sonraki sayılarda…