Celal Şengör’ün 12 Eylül darbesini savunup Kenan Evren’i güzellemesi ve bok yedirmenin işkence olmadığını söylemesi, akademisyenin iktidarın yedeğindeki rolünü de bu nedenle tartışmaya açmalıdır

Egemen iktidarın akademisyenleri  ve bir sefalet hikâyesi

TÜRKİYE ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ ORTAKLAŞMACI AKADEMİ ÇALIŞMA GRUBU VE YAKINLIKLARI

Bilim, anlayan aklın felsefi temelinin tanımlanmasını içeren özgün bir çabadır. Bir o kadar da bilgi üretimi ve bu bilginin kullanım mekanizmalarının yaratılması gibi geniş bir yelpazedeki karmaşık süreçleri kapsar. Plato’nun felsefe okulundan adını alan akademi, romantik bir merak ve öğrenme arzusunun ötesinde özelleştirilen bilgi üretiminin zoru altında ve politik bir cenderenin de içindedir. Akademi, çoğunlukla bilimsel gerçeklerin mümkünatı inancıyla çeşitli iktidarlara itaat etmemiş ve bu gerçeklerin peşinden koşmuştur. Biat eden, ’tebalaştırılan’ halkın bilimle bağını koparmak, hakim gücün çıkarınadır. Günümüzde ise hem politik iktidarın hem de sermayenin baskısı, bilimsel üretimin bizzat içinde kendini var etmektedir.

Bilimin sömürü ve toplumsal ilişkiler ile olan tabiyet ilişkisi, uzmanlığa atfedilmiş elitist ayrıcalıklardan kaynaklanan ilgisizlik ve kaygısızlıkta kendisini belli eder. Mevcut düzenin, hakimiyet ilişkilerinin sizi yerleştirdiği ayrıcalıklı yerde, elitist bir ‘bilgili’ kişiye döner, dar alanınız dışında tüm toplum üzerinde etkili olacak sözlerinizi ön plana çıkaran boyalı basının soytarısı olursunuz. Politik iktidara ve onun kılıçlı güçlerine yaranmak için ‘acizlik’ ve ‘elitizm’ içerisinde debelenen bir dar görüşle kalabalıklardan saydığınız bir halk tahayyül eder, ona karşı ve onu hörgören sözler sarf edersiniz. Oysa akademi, diğer türlü ortaya çıkamayacak “saygın“ ve eşitlikçi bir düzeyde tartışılması ve sorgulanması neredeyse imkansız hale gelmiş bilginin üretileceği bir mecra olduğu sürece egemenler tarafından toplum üzerinde ideolojik bir tahakküm aygıtı haline dönüşür. Akademik entellektüellerin her daim evrensel gerçeklere vardıklarının kabulü, modern akademide bilginin tekelleştirerek entellektüelin sözünün kendinden ve içsel bir doğruluğu olduğu algısını yaratır. Foucault’nun sezgisel evrensel entellektüellerin teknokratik entellektüellere dönüşmesini açıklarken kullandığı ve Gramşçi’nin toplumsal hegomonyanın önemli bir muktediri olarak tanımladığı “organik aydın“lar, günümüz akademisinde sıkça rastladığımız “herşeyi bilen ve her konuda yetkin elit beyaz erkek“ tıpolojsine uymaktadır.

Celal Şengör’ün 12 Eylül darbesini savunup Kenan Evren’i güzellemesi ve bok yedirmenin işkence olmadığını söylemesi, akademisyenin iktidarın yedeğindeki rolünü de bu nedenle tartışmaya açmalıdır. Bir yandan iktidarın tahakküm aygıtları, kontrol mekanizmaları ve işkence pratikleri rastgele örneklerle meşrulaştırılıyor ve bu meşruluk sözde bilimsel bir tür kavram kargaşası içerisinde sorgulanamaz “uzman görüşü” gibi sunuluyor. Bu uzman görüşü imajı da hiç bir emek sarfetmeden toplumsal ilişkilere dair ve bu ilişkilere içkin yapısal eşitsizlikleri tamamen görünmez kılan, tarihsellikten uzak sığ bir görüşü bilimsel sonuçmuş gibi ortaya koymayı normalleştiriyor. Bir yandan da bu sözde bilimsellik iktidarın medya aygıtları tarafından karikatürize edilerek bilimsel pratiğin sadece elit bir gruba ait olduğu yanılgısı yeniden üretiliyor. Akademisyen, sözünün değerinin, söylediği şeyin yanlışlanabilir olmasını baştan kabul etmesinde saklı olduğunun bilincinde olmalıdır. Aksi takdirde, mantık silsilesinde genellemeler ve düzlemselleştirmelere giderek „evrensel doğrulara“ ulaştığını iddia eder. Örneğin, “geçerli bir çıkarım”, o çıkarımın temel alındığı koşullar ve argümanların bir sonucu olarak okunmaz. Halbuki herhangi ve sıradan bir çıkarım, o sonucu doğuran tüm parametreleri gözönüne alamayacağından indirgemecilikten öteye geçemez. Bu, bilim felsefesinin kuralıdır. Dahası, toplumu çözümlerken, insanın ve onun ilişkilerinin tüm karmaşıklığının basitçe parametreler üzerinden tarif edilmesi ileri düzeyde bir indirgemeciliktir. Buna bir de çözümleyenin o toplumsal ilişkilere dahil olduğunu, belirli bir tarihsel toplumsal konumdan konuştuğunu, kendisi üzerine de düşünerek çözümlemesi gerektiğini eklerseniz, sorun daha da büyür. Mesela, bir soygundan sonra yapılan incelemede “eğer hırsız camdan girmişse camın dışında ayak izleri olmalıdır. Yoksa, camdan girmemiştir“ demek olası senaryolardan sadece birini öncele almaktır. Alternatif olarak “hırsız camdan girmiş, sonra da tüm izleri silmiş olabilir” de denilebilir. Elitist ve kendini kanaat önderi gören akademisyen, ilkinde ısrar eder. Çünkü doğruyu, kendi düşündüğüyle eşler. Sözünün doğruluğundan şüphe etmediği oranda ideolojik bir baskı aleti haline geldiğini de fark edemez. Akademisyenlerin topladığı imzalar ya da yaptıkları basın açıklamalarının, „normal“ insanların yaptıklarından daha değerli ve geçerli olduğu düşüncesi onlara hasıl olur. Akademisyen, kendi hislerini ve düşüncelerini konumunu kullanarak „bilimsellik“ kılıfına uydurur. Bunu yaparken de argümanları belki doğru ancak çıkarımları yanlış olan indirgemecilik girdabına düşer. Biliyoruz ki kötülük ve adaletsizlik, zorbaların fikrini perçinleyen uygulamaları toplumsal bilincin vasat sorgulayıcılığı üzerinde egemen kılabildiği oranda iktidarını sağlamlaştırır. Şengör gibi sektörel entellektüeller, alanlarının dışında da geniş bir etkiye sahip olabilirler ve bir darbeyi savunduklarında bu söyledikleri ciddiye alınabilir. Bunu yaparken de tamamen eklektik ucuz ve pespaye örneklerle kendi argümanını meşrulaştırmaya çalışmak gibi deontolojik olarak sefil hale gelebilirler. Mesela, işkenceyi, sosyal Darwinizm’i çağrıştıracak „primatların birbirlerine bok sunmaları ve bir bilim insanının bok yemiş olması“ gibi argümanlarla haklılaştırmaya çalışırlar. Bu „organik aydınlar“, aynı zamanda „doğruluk rejimi“ olarak adlandırdıkları “sistem”selleştirmelerini toplumun işlevsel olarak devam edebilmesi için gereken tek yol olarak ortaya koymaktan da çekinmezler. Belki de bu durumdaki bir akademisyenin tek tutarlı yani, bok da yenebilir derken ki argümanını kendi deneyimlerinden çıkartıyor olduğunu ifşa etmesidir. Vedat Türkali’nin „bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkün olabilir “ sözü burada anlam bulur.

*Yazıdaki tespit ve yorumlar sadece yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazarlar metinden doğrudan sorumludur. Yazıda belirtilen görüşler RIT’nin kurumsal görüşünü yansıtmaz. Yazıda belirtilen görüşler RIT üyelerinin bireysel görüşlerini yansıtmayabilir.