Egemenin sarayında oturarak türkü yakılmaz, Anadolu türkü geleneğine aykırı. Kalın’ınki türkü değil. Topluma değmeyen türkü olmaz.

Egemenin katından türkü yakılmaz

Mehmet ERDEM

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın türkü yakıp, bir de klip çektiği haberlerini okuyunca “Bu” dedim, “Bir memleket eg Mehmet ERDEMemeni tavrıdır.” Bizde güç sahipleri bayılır bu tür şeylere. Kalın’a, devlet görevlisinden beklenmeyen bir entelektüel(!) uğraşı sahibi olduğu için övgü düzenler bile çıktığına göre hayli ciddiye alınmış bir iş yapmış demek ki Kalın.

Ezgisinden çok, ben sözlerini merak etmiştim doğrusunu isterseniz. Kolay iş değildir çünkü türkünün dizelerini yazmak. Boyunu aşar kişinin, erbabı değilse. Bulup, okuyunca, Kalın’ın “Hiç Oldum” adlı türküsünün, özellikle şu dizelerine takıldım: Beşer idim şaşkın oldum / Yandım belki insan oldum / Zahir nedir ki batın nedir ki / Dile gelmez bir sır oldum / Ateş oldum dumanım yok/ Umman oldum sahilim yok / Kalem nedir ki kelam ne der ki / Yarım kalan bir söz oldum.
Biliyorum ayıp olacak ama Sayın Kalın da kusura bakmasın, çikletlerden de buna benzer türkü(!) ya da maniler(!) çıkar biliyorsunuz. Çocukluğumda ezberlerdim ben de bunları. Hoşuma giderdi, büyük laflar ettiğimi sanırdım çocuk aklımla. Ama sözlerin hiç de yaşamıma oturmadığını az çok fark ederdim, dile getirmesem de. Çok mutluluk dolu olmasa da, en azından perişan bir çocukluk yaşamıyordum ben çünkü. Dolayısıyla çocukluğumun geçtiği ezgili coğrafyalardaki o türkülerin sözlerini içselleştiremedim hiçbir zaman. Şart değildir belki ama az da olsa o sözleri hissedecek bir yaşanmışlığım olsaydı fena olmazdı. O nedenle yaşamadığı acının türküsünü söylemek yakışmaz kişiye diye düşünürüm. Belki de yanılıyorumdur.

Kalın’ın türkü sözlerini okuyunca içimden “Yahu ne derdin vardı birader” dedim tabii. Türkü formatına uysun diye muhtemelen, böyle iri iri sözler kaleme almış Kalın belli ki. Dediğim gibi bizde devletlûlar hatta devletin sahibi yapar bu tür şeyleri. “Egemen tavrıdır” dediğim budur. Sorumluluk makamında olduklarını unutup en çok onlar yakınırlar olandan bitenden nedense. Osmanlı’nın III. Mustafa adlı padişahı buna iyi örnektir; öyle sözler yazmış ki, sanırsın düzene muhalif biri etmiş o kelamları. Oysa her şeyin sorumlusu odur, sorunların çözümü kendisinden beklenen bir devletlûdur. Bakın, sahibi olduğu devlette iyi devlet adamı yokluğundan nasıl yakınıyor: Yıkıluptur bu cihân sanma ki bizde düzele (Dünya yıkılıp gitmektedir, bizde düzeleceğini sanma), / Devleti, çarh-ı deni verdi kamu mübtezele (Alçak felek devlet çarkını aşağılık kimselerin eline verdi)/ Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep hazele (Şimdi saadet kapısında gezenler hep o yüzsüzlerdir) / İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele (İşimiz Allah’ın merhametine kaldı).

Nasıl ki yazıldığı zamanda kimse kulak kabartmamıştır bu laflara, korkarım Kalın’ın türküsü de unutulup gidecektir. Çünkü türkü yazmak egemen katında duranların işi değildir. Yaktığını sananlar da çok kötü bir kopyacı olduklarının farkındadır, inanın.

DİRENİŞÇİ HALK ÖNDERLERİ

Hikâyesi olan, dinleyene bir şeyler anlatan türküler ilk kez İ. Kunos adlı bir derlemeci tarafından 1888 yılında, Adakale Türkleri arasından derlenmiştir derler. Türkülerden söz edilen ilk eserin de Ali Şîr Nevaî’nin 15’inci yüzyılda yazılmış olan “Mizanü’l Evzan” adlı eseri olduğu söylenir. Türkü sözcüğü de ilk kez bu kitapta geçer. Bu işin uzmanları bu kitaplarda da belirtildiği gibi türkülerin halkın duygularını, sıkıntılarını, neşelerini işlediğini vurgulayarak, halkın yaşantısına uygun olmayan, yani gerçekliği yansıtmayan türkülerin kolay kolay benimsenmediğini söylerler. Özellikle 15-16’ncı yüzyıllarda Anadolu’da gittikçe çoğalan saz şairleri memleketin her yerine giderek sazıyla sözüyle türkülerin yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır. Karacaoğlan, Köroğlu, Gevherî, Pir Sultan Abdal, Emrah, Dadaloğlu sadece gezgin halk ozanları değil, mevcut düzene itiraz etmiş halk kanaat önderleriydi. Çoğunun hiç de rahat bir yaşamı olmuş değildir.

Nereden duydum ya da okudum anımsamıyorum ama biri “Halk türküleri resmî olmayan tarihtir” der. Öyle türküler vardır ki, tarih kitabı gibidir. Dünyanın gelmiş geçmiş en güzel savaş karşıtı ağıtı olan Yemen Türküsü’nü dinleyen, olan bitenin ne olduğunu anlar. O türküyü ibrahimkalınvari birilerinin yazmasına imkân yoktur. Örneğin Barak diye bildiğimiz o türküler ciddi ciddi Osmanlı siyasal sitemini hedef alan türkülerdir. En iyi temsilcisi olan Dadaloğlu tam bir isyankârdı. Osmanlı sarayında otururken yakmış değildir türkülerini de şiirlerini de.

TOPLUMA DEĞMEYEN TÜRKÜ OLMAZ

Sesini de duruşunu da pek sevdiğim Hüseyin Turan’ın BirGün’de birkaç yıl önce yayımlanan söyleşisinde ettiği lafları çok önemsiyorum: “Türküleri, ezen-ezilen ilişkisinden doğan ve bunu başkaldırıyla ifade eden halkın adalet arama serüveni gibi de görebiliriz. Sanırım Neşet Ertaş’a ait olan ‘Nerede bir Türkü söyleyen varsa, korkma yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur’ ifadesi de bunu destekler niteliktedir.”

Kalın, dediğim gibi kusura bakmasın, egemenin sarayında oturarak türkü yakılmaz. Bu Anadolu türkü geleneğine aykırıdır. İster Erkan Oğur, ister başkası düzenlemesini yapsın, Kalın’ınki türkü falan değildir. “Türküsünde” kendine yönelik yakınmalarını bir yüce gönüllülük görenler olabilir ama toplumsal bir yanı yoktur laflarının. Toplumsala değinmeyen türkü olmaz.

Osmanlı’yı yerin dibine batıran bu sözler Sivaslı Âşık Veli’nindir derler; Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yok biçende yok / Yiyende ortak Osmanlı. Türkü olarak yıllarca söylenmiştir Anadolu’da. Bu tür sözler yazamıyorsan türkü de yakamazsın. Hem “kötü olanın/kötülüğe ortak olanın türküsü olmaz”.Haklıydı Neşet Baba.