Tek adam rejiminin bir sınıf tahakkümünün aracı olup olmadığı konusunda hala şüphesi olanların Saray’ın krizi yönetme stratejisine bakması yeterli. Erdoğan için sermayenin temsilcisi demek kestirme bir ifade olsa da onda cisimleşen rejimin her uygulamasıyla sermaye gruplarını kayırdığı gün gibi açık.

Bununla beraber sermaye fraksiyonları karşısında çok kırılgan bir rejimden söz ediyoruz. Kriz ortamında soluğu Saray’da alan patron, pazarlık yapıp istediğini öyle ya da böyle koparıyor. Ortada tutarlı bir ekonomi politikası olmadığı için de verilen ödünlerin bedelini de halk ödüyor. Nasıl mı? Buyurunuz bakınız finansal sektöre olan borçların yapılandırılması düzenlemesine. Detaylar ortaya çıktıkça anlıyoruz ki düzenleme tamamen büyük sermaye için. Borç yeniden yapılandırılmasının 100 milyon üzerindeki borçları kapsayacağı konuşuluyor. 2001 kriziyle karşılaştırılamayacak bir miktardan söz ediyoruz ve fatura edileceği adres belli.

Bir yandan bankalara el altından batmak üzere olan kimi sermaye gruplarını kurtarma talimatı verilirken diğer yandan aynı bankalar kredisini ödeyemeyen yurttaşın bin bir emekle satın aldığı eve, dükkâna yok pahasına el koyuyor. Bankaların elinde satışa çıkarılan gayrimenkul sayısı 13 bini geçti bile. Bu mülklerin çoğu taşrada; aralarında kepenkleri çoktan inmiş dükkânlar da var, nohut oda bakla sofa daireler de...

Hükümet hem kasa dolsun hem oy gelsin diye “imar barışı” çıkarmıştı. Krizi fırsata çeviren patronlar Saray koridorlarında dolaşıp düzenlemeyi iyiden iyiye lehlerine çevirdi. Plazası, AVM’si, özel hastanesi olan kayıt bedelini artık tüm binanın üzerinden değil de sadece kaçak kısım üzerinden ödeyecek. Böylece küçük bir maliyetle yıllardır kâr havuzuna çevirdikleri kaçak bölümleri yasal hale getirecek. Doğayı yok ederek HES ve RES yapanlar da bu kıyaktan yararlanacak.

Aynı iktidar bu zamana kadar övüne övüne bitiremediği sosyal yardım kalemlerinde tek tek kesintiye gidiyor. Öğrencilere verilen bursu kuşa çeviriyor mesela ya da sağlık yardımı için ödediği parayı iki ayda dörtte bir oranında azaltıyor. Seçimden önce çiftçiye, emekliye rüşvet vermeye kalkan iktidar kriz ağırlığını arttırdıkça önce dar gelirlileri gözden çıkarıyor. Seçim ayında çiftçiye 529 milyon destekte bulunan iktidar temmuz ve ağustosta yalnızca toplam 180 milyon ödemiş. Hane halkına yapılan yardımda da geçen seneye oranla yarı yarıya düşüş var. Tablo ortada, devletin zirvesi kendi için hiçbir masraftan kaçınmazken halkın ümüğünü sıkıyor.

Şatafat, debdebe, israf adına ne derseniz deyin bu kepazelik iktidarın yüzde 51’e 49 hesabını bozuyor. Çünkü işler iyi gitmiyor, çünkü “Beyaz Türk” edebiyatının sonuna gelindi. Bir tarafta “zengin laikler” diğer tarafta “gariban mütedeyyinler” diyerek geniş kitleleri manipüle etme taktiği krizin derinleşmesiyle zora düştü. İşte tam da bu yüzden ekseni gerçekten emek olan bir siyaset tek adam rejiminin sonunu getirebilir. Bunun için öncelikle Türkiye’nin ilerici güçlerinin iktidarı talep etmesi, yeniden kurucu bir süreci örgütleme iradesini kendinde bulması gerekiyor.

Önümüzdeki kriz günlerinde sol muhalefetin üç temel görevi var. Bunlardan ilki krize neden olan egemen güçlerin yapay gündemlerle ekonomik sorunları gizlemesine engel olmak; bir başka ifadeyle insanlık dışı şartlara mahkûm edilen geniş bir kesimin sorunlarını sürekli gündemde tutmak ve kitleselleştirmek. İkinci vazife krizin etkilerine maruz kalan küçük burjuvazinin işçi, göçmen, Kürt düşmanlığı üzerinden sağ bir politik pozisyona kaymasına mani olmak. Sömürülenlerin kimliğini tartışmak yerine hak mücadelesini tahkim edecek ve politikleştirecek platformları inşa etmek. Bu gereklilik bizi üçüncü vazifeye yani kurtuluşun ancak birlikte olabileceğini somut örneklerle gösterme sorumluluğuna getiriyor. Bireyleri yalnızlığa, karamsarlığa, teslimiyete iten en önemli neden gündelik yaşam alanlarındaki örgütsüzlük. Sadaka ekonomisini, tarikat-cemaat kıskacını aşmak için mahallelerde dayanışma meclisleri kurmak gerekiyor. Bu meclisler yalnızca ekonomik alanla sınırlanan bir yardımlaşmayı değil tek adam rejiminin İslamcı-milliyetçi tahakkümüne karşı direniş mevzileri olarak da düşünülmeli.

“Ama yerel seçim gündemi” diyecekler çıkacak şimdi, yerel seçimin Urfa’da kendini yakan işsiz gence, evladına bir pantolonu zor aldığı için hayatını son veren babaya, sendikalı olduğu için kapı önüne konan işçilere, çocuğu kamuda iyi bir eğitim görsün diye idareciye haraç vermek zorunda kalan veliye bir faydası varsa dayanışma meclisleri ve yeni mücadele pratikleri üzerine düşünmeyi bırakalım bildik pazarlıklara, “demokrasi cephesi” arayışlarına geri dönelim. Yok eğer sandık tek başına çözüm değil önemli olan emeğin haysiyetini, insan onurunu korumak diyorsak o zaman vakit kaybetmeyeceğiz. Sonrası sandıkta zaten kendiliğinden gelir...