Ahlak, gerek ortaya çıkışı gerekse insan/toplum ilişkisini düzenleyen ilkeler bütünü olması bakımından zaten laik bir kavramdır. Öyleyse laik olana “laik” demek abes olmalı. Ama değil; Tanrı’ya karşı yükümlülüğe dönüştürülen insani ilkelere “din ahlakı” deniyorsa, kavramı dinlerin elinden kurtarmaya çalışanların “laik ahlak” demesi kaçınılmazdır.
Laik ahlak, ahlakın dini kullanımına karşılık olarak ortaya çıktı. Ahlaki bunalımdan çıkışı eğitimde görüp “laik ahlak”ı pedagojiye kazandıran ise Emile Durkheim’dir.

Öncülleri Spinoza ve Kant gibi ahlaki kuralların akla ve mantığa uygun ölçülebilir, denetlenebilir, yargılanabilir olması gerektiğini düşünen Durkheim, eğitimin diğer konuları gibi ahlakın da din karşısında rasyonelleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Haklı çıktı; çünkü bunu başaran toplumlar, din ahlakının etkisinden kurtulamayan toplumlar kadar derin ahlaki kriz yaşamıyor.

Laik ahlak, tarihin süzgecinden geçmiş kolektif bir çabanın ürünü olduğu için rasyoneldir. Rasyonel olduğu için din ahlakının aksine her türlü eleştiriye açıktır. Eleştiriye açıklık ise kişide öz disiplin geliştirir ve kişiyi akıl dışı karar ve eylemlerden korur.

Pedagojinin amacının insan davranışlarını yönlendirmek olduğunu belirten Fransız düşünür Durkheim, Fransa Dreyfus Davası’yla çalkalandığı sırada “şu an için pedagog açısından ahlak eğitiminden daha önemli bir konu olamaz” demiştir. Durkheim, ahlak ilkelerinin aynı zamanda hukukun ilkeleri olduğunu düşünerek laik ahlak eğitiminin önemi üzerinde duruyordu.

Bugün Türkiye’de evrensel hukuk kuralları geçerli değil. Evrensel hukukun rüşvet, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, adam kayırma saydığı eylemler din (İslam) ahlakı tarafından kolaylıkla aklanabiliyor. Örneğin, hak eden kişi yerine dayısının oğlunun kamu kurumuna müdür olmasını sağlayan AKP milletvekili Mehmet Metiner’in “biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur, ‘akrabalarını koru kolla‘ der!” savunması din ahlakı tarafından tatmin edici bulundu. Keza İslamcı yönetimin mahkemelerinde görülen davaların hukuk dışılığı artık Dreyfus Davası’yla karşılaştırılmıyor.

Laik ahlak, sadece laiklere değil, en çok da dindarlara gereklidir. Nitekim gerekli de oldu: Saadet Partisi, genel merkez olarak kullandığı binayı bir ay içinde tahliye edecek. İcra yoluyla tahliye talebinde bulunanlar, oğlu Fatih Erbakan başta olmak üzere Necmettin Erbakan’ın varisleriydi. Partinin mevcut genel başkanı Temel Karamollaoğlu, cemaatin bağışı, devletin ”yardımı” ile edinilmiş fakat partilerinin kapatılması ihtimaline karşı en güvenilir kişi olarak Necmettin Erbakan’ın üzerinde tutulan (Kayıp Trilyon Davsını anımsayın) mülklerin kişisel servete dönüşmesini ”Erbakan hocamız hayatta olsaydı (Fatih Erbakan’ı) falakaya yatırırdı” gibi ne bu dünyada ne öbür dünyada cezası olmayan naif bir beddua ile içine sindirmek zorunda kaldı.

Çünkü partinin yöneticileri ve dindar seçmenler, laik hukuktan gizledikleri emanetlerine İslam ahlakından halel gelmeyeceğini düşünmüşlerdi. Ne yazık ki kanıtla karar veren hukuk varisleri haklı buldu, İslam ahlakına güvenen cemaat kaybeden taraf oldu! (Umarız bu olay, himmet hesabını güvenli sanıp elden ele, evden eve taşınan paraların izini sürmeyenlere ders olur.)

İslamcılar hukuku ortadan kaldırdı, insan ilişkilerini zedeledi. Şimdi kendi aralarındaki ilişkiyi zehirliyorlar. Bu durumda onarıma insandan başlamak gerekiyor. Bu nedenle pedagojinin yardımına ihtiyacımız var. (Bu da haftanın konusu olsun.)