AKP hükümeti, Siyasal İslam’ın iktidarını kurarken, laik cumhuriyet rejiminin kurumlarını, kültürünü, hatta dilini bozuyor, söküyor, yıkıyor

Eğitim, silah, “nihai çözüm”

ERGİN YILDIZOĞLU
Araştırmacı - yazar

“Proje okullar” projesine, “silahlanma çağrılarına” bakarak, siyasal İslam’ın, “Allah’ın lütfu” darbeden sonra, “Laiklik yanlısı öteki”ye karşı bir “nihai çözüm” atağı başlattığı söylenebilir. “Nihai çözüm” diyorum çünkü, bu çözüm toplumun bir kesimini, yalnızca kültürel ve siyasi olarak değil, fiziksel olarak yok etme olasılığını da içeriyor!

Cumhurbaşkanlığı referandumu 2010 yılında, AKP’nin toplumsal desteğinin sınırlarını, “Gezi olayı” bu sınırların kültürel boyutunu gözler önüne serdi: Toplumun yarısı, siyasal İslam’ın fiziki, siyasi ve kültürel asimilasyonuna direnmeye kararlıydı. Siyasal İslam doğal sınırlarına ulaşmıştı. Siyasal İslam’ın liderliği Haziran seçimlerinde bu gerçeği gördü, iktidarını kaybetme, hesap verme olasılığıyla karşılaşınca dehşete kapıldı.

Bundan sonra Siyasal İslam’ın temsilcisi AKP hükümetinin önünde yalnızca iki seçenek kalıyordu: toplumda korku salmak, laik “öteki”yı yıldırmak, kendini kültürel olarak yeniden-üretme araçlarını elinden almak, giderek tamamen susturarak, siyasi alanın dışına sürmek; eğer direnirse gerektiğinde fiziki olarak yok etmek. Diğer bir deyişle “nihai çözüm!

Eğitimde “temizlik”

Darbenin hemen arkasından, on binlerce insan tutuklandı, devlet ve eğitim kurumlarından tasfiyeler inanılmaz bir hızla kısa sürede yüz binlere ulaştı.

Hapishaneler yazarlarla, gazetecilerle doldu. On binlerce öğretmen, akademisyen görevinden alındı. İlkokullardan sonra sıra tüm okulların imam hatipleşmesine gelmişti. Artık karşımızda “laiklik yanlısı öteki”nin yaşam dünyasına ilişkin “çağdaş kültür-sanat, eğitim” sözlerini duyunca eli silahına giden, sürekli yeni “kültür imha silahları” üreten bir yönetim vardı. “Proje okul” projesi bu silahların son örneklerinden biridir.

Bu silahı yeterince değerlendirebilmek için, eğitim ve iktidar, bilgi ve yönetim arasındaki karşılıklı (çift yönlü) belirlenme ilişkileri üzerinde kısaca durmak gerekiyor.

Eğitim ve siyaset

Kapitalist toplumda eğitim- iktidar, bilgi-yönetim hep sermayenin, üretim, yeniden-üretim, artık-değere ulaşım denklemlerinin bileşenleri olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda bir taraftan, egemen sınıfın ekonomik siyasi iktidarının, üyelerinin biyolojik-toplumsal yaşamının yeniden-üretim ayrıcalıklarının, personel tedarikinin korunması; diğer taraftan, egemenlik altında olanların bedenlerinin, nüfus ve cinsel politikalarla yönetilmesi, egemenlik altında kalmayı kabul etmelerini sağlayan disiplin ve cezalandırma koşullarının korunması, yeniden-üretimi hep bu eğitim ve iktidar, bilgi ve yönetim arasındaki karşılıklı (çift yönlü) belirlenme ilişkileri içinde gerçekleşir.

Şimdi eğitim konusuna dönmeye, eğitimle bilginin üretimi, transferi, yeniden-üretilmesi aralarındaki ilişkiden hareketle, “Hakikat rejimi”, “Biyopolitik”, ve “siyaset rejimi” kavramlarından yararlanarak başlayabiliriz.

Foucault’a göre “her toplumun bir hakikat rejimi vardır”. Bu rejim, toplumun yaşamında, doğru ve yanlış önermeleri ayırt eden söylemleri, mekanizmaları, örnekleri, ayırt etmenin onaylanma biçimlerini, gerçeğe ulaşmanın kabul edilebilir tekniklerini, işlemlerini, neyin doğru olduğunu söylemekle yükümlü olanların statüsünü kapsar. “Biyopolitik”, bireylerin yaşamı, bedenleri üzerine yapılan bilimsel hesaplama, değerlendirme pratiklerinin, siyasi pratiklerle kesiştiği noktada şekillenir. Böylece, nüfus, bedenler (kılık kıyafet estetiğinden cinsel pratiklere, zamanda ve mekanda var olma durumlarına kadar) yönetilir, yeniden-üretilir.

Jacques Ranciere’in, işaret ettiği gibi, siyasi olanın sınırlarını, “siyaset rejimini”,(devlet rejimi kavramından farklı olarak) toplumda adalete ilişkin kaygıları, talepleri dile getirme, uygun kavramlarla konuşma ayrıcalığına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki ayrım çizgisi belirler. Bu çizginin belirlediği sınırların içinde kalanlar konuşabilir, siyasi etkinliğe, bu etkinliğin mekanlarına katılabilirler. Dışında kalanlar ise konuşsalar bile çıkardıkları sesler anlamlı kabul edilmediği için siyasi olanın /alanın dışında kalırlar. Siyasi mücadelenin (iktidar mücadelesi) bu sınırların betimlediği alanın, konuşulabilen şeylerin ve mekanların kapsamının genişletilmesi veya daraltılması çabaları olarak yaşandığı da söylenebilir: Halk sınıfları bu sınırları iterek “alanı” genişletmeye, dillerini zenginleştirmeye, egemen sınıflar ise alanı daraltmaya, dili sınırlamaya, belirlemeye çabalarlar.

Öyleyse egemen sınıfların egemenliklerini kurması, koruması için gerekli “hakikat rejiminin”, “siyaset rejiminin” topluma benimsetilmesi, adaleti konuşmaya uygun (kabul edilebilir) dilinin üretilmesi, “biyopolitiğin” uygulanması açısından eğitimin içeriğinin, alacağı biçimin, mekanlarının düzenlenmesinin yaşamsal bir öneme sahip olduğu söylenebilir.

AKP hükümeti, Siyasal İslam’ın iktidarını kurarken, Laik cumhuriyet rejiminin kurumlarını, kültürünü, hatta dilini bozuyor, söküyor, yıkıyor. AKP yönetiminin eğitim sistemini, üniversiteye açılan “proje okullar” projesi üzerinden hedef almasının, böylece, “eski rejimin” seçkin okullarını, öğretmenlerini tasfiye etmesinin mantığı da bu yıkım sürecinde yatıyor.

Bu mantığı, dini hakikat rejimini benimsetmek; bilimsel olanın yerini dini olanın aldığı bir biyopolitik uygulamak günlük yaşamın, siyasetin dilini, mekanlarını yeniden tanımlamak; böylece siyaset rejimini belirleyen sınırları, siyasal İslam’ın yönetici sınıfının (Sünni entelijensiyanın) iktidarda kalma, toplumda üretilen ekonomik-artığa el koyma işlemleriyle uyumlu olacak biçimde daraltmak olarak düşünebiliriz.

AKP hükümetinin bu uygulamaları, yakın zamana kadar devleti yöneten personelin, toplumdaki kanaat üreticilerinin kaynağı olmuş Laik-cumhuriyetçi kesimin eğitim kurumlarından çıkarılmasını, susturulmasını, kültürel olarak yok edilmesini amaçlıyor.

#AkSilahlanma

egitim-silah-nihai-cozum-202786-1.

Kültürü hedef alınan kesim yalnızca Laik cumhuriyetçi kent orta sınıfları değildir. Emekçi sınıfların baskı ve sömürüye, dolayısıyla adalete ilişkin sorunlarını ifade etmelerine olanak veren dil de kaybolmaktadır. Kısacası, siyasal İslam’ın projesi karşısında, direnmeye kalktığı taktirde potansiyel olarak “kültürel sermayesinin” simgeseli, üretimdeki gücünün ekonomiyi sarsma kapasitesi çok yüksek, üstelik toplumun çoğunluğunu oluşturan bir nüfusun varlığı söz konusudur.

Siyasal İslam hareketi, onu temsil eden partiler, kapitalist toplumun parlamenter demokratik devlet biçimine sığmayan “devrimci” (düzenin kökten, gerektiğinde şiddetle değiştirilmesi anlamında) bir boyuta sahiptirler; toplumun tümünü yeniden şekillendirmeden, kapsamadan duramazlar. Devlet kurucu, fetihle yayılmış bir din olarak yasal bir yapılanmaya (şeriata) dayalı, bir halife (merkez) beklentisi geleneği üzerinde yükselen siyasal İslam’ın çıkmazı da buradadır.

Modern kapitalist toplumda, hele hazlara dayalı tüketim modeli içinde, nüfusun çoğunluğunu siyasal İslam’ın içine katmak, katılanların sadakatinden emin olmak mümkün değildir. İktidardaki siyasal İslam, bu yüzden hep korku içinde yaşamaya, güvenliğini gittikçe artan baskı ve terörde aramaya mahkumdur. Devletin şiddet araçlarının elinde olması yetmez; sokakların kontrol edilmesi, toplumsal muhalefetin sindirilmesi, hükümetin uygulamalarını sorgulayacak olası protesto eylemlerinin bastırılmasında, polisin yanı sıra kendi yandaşlarını- hareketi- da silahlandırmaya başlaması gerekecektir.

Burada da, siyasal İslam’ın iktidarının temsilcisi AKP’yi başka bir çıkmaz bekliyor: Kapitalist toplumda şiddeti uygulama tekeli devletin elindedir. Devlet bütün vatandaşlarının can ve mal güvenliğini korumakla, hükümet de bu devleti yönetmekle yükümlüdür. Bir hükümet, “devletin şiddet uygulama tekeli” elindeyken, kendi yandaşlarını silahlandırmaya başlarsa, toplumu kapsamak yerine bölmeye, silahlanamayan vatandaşların güvenliğini, silahlanmış yandaşların insafına bırakmaya başlamış, iktidarını çok daha derinden sarsacak bir iç savaşa giden yolunun taşlarını döşemeye başlamış demektir.

Taraftarların silahlandırılmasına bir örnek faşist partilerdir. Siyasal İslam Faşizmin özgün dinamiğini anımsatan başka özellikler sergilediğin görüyoruz. Faşist parti de “düzen” partilerinden farklı olarak bir toplumsal harekete dayanır. Bu durum, parti ve hareket, parti ve devlet arasındaki sınırları bulanıklaştıran özgün bir dinamik yaratır. Hareket partiyi, devleti, devlet toplumu, lider de hepsini kapsamaya başlar.

Shadi Hamid gibi siyasal İslam’ı özellikle Müslüman Kardeşler ve Selefi akımlar bağlamında araştıran yazarlar, parti ve hareket arasındaki sınırların belirsizliğinin özellikle parlamenter demokratik siyaset bağlamında yarattığı sorunlara ışık tutuyorlar. Siyasal İslam’ın partileri meclise girince, hatta hükümete gelince, hareketin cinsel yaşama, kadının konumuna ve eğitim sistemine ilişkin taleplerini, verili düzenin istikrarı için gereken ekonomik, ekolojik, toplumsal taleplerin önüne, genel olarak kendisine oy vermeyen seçmeni, özel olarak da muhalefeti yok sayarak, çoğunlukçu bir anlayışla koymaya başlıyorlar. Siyasal İslam’ın projesinin şeriata dayalı bir yaşamı topluma dayatmaya ilişkin totaliter özellikleri, kendisinden olmayanlara, kadınlara, LGBT hareketine karşı düşmanca, hatta saldırgan tutumu da bizi İslomafaşizm kavramına getiriyor.

Bu partiler iktidara seçimle gelseler bile, var olan yasaların, devlet kurumlarının, disiplin - cezalandırmanın yerleşik kurallarının, parti / seçmen, ekonomi/siyaset ayrımının, siyasal İslam’ın temsilcilerinin gözünde bir meşruiyeti olmuyor. Siyasal İslam, parlamenter siyasetin, hukuk düzeninin, projesine uymayan uygulamalarını, yaşamsal bir tehdit, adeta “siyasi darbe” olarak algılıyor.

Bu “devrimci” hareket ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak toplumu dönüştürmeye devam edebilmek için ısrarla bastırıyor. Bu süreçte muhalif sesleri susturmak, projeyle uyumlu olmayan unsurları devlet aygıtından temizlemek, toplumda kanaatleri üreten medyayı, gelecek kuşakları üreten eğitim sistemini tümüyle denetim altına almak istiyor.

Yukarıda değindiğim gibi, Modern kapitalist toplumda bunların imkansızlığı karşısında, baskı ve terörü artırma süreci, kendi yandaşlarını- hareketi- de toplumun geri kalanına karşı silahlandırma noktasına geliyor.

Ancak bu noktaya gelinirken de toplumun bir kesimi siyasetin, devletin korumasının dışına itildiğinden, “nihai çözüm” atağını önlemek için, laikliğin, demokratik haklar ve özgürlüklerin savunulması yaşamsal bir önem kazanıyor.