Ülkede mevcut öğretmen sayısı kadar öğretmene ihtiyaç varken yüz binlerce öğretmenin bir gün dahi kendi mesleğini yapamadığı, binlercesinin inşaat işçisi, garson, kurye, kasiyer vb. olarak çalıştığı, kimilerinin umutsuzlukla intihara sürüklendiği koşullarda, öğretmenler midir yük olan, yoksa sizin ekonomik tercihleriniz mi?

Eğitimde “yük” kim?  Yükünü tutan kim?

Nejla Doğan

Kamuya ait, kamu sorumluluğunda olan bir hizmet ya da üretimi piyasaya devretmenin en pratik yolu, o hizmet ya da üretimin devlete yük olduğunu, devleti zarar ettirdiğini ve yeterince verimli işlemediğini iddia etmektir. Bu iddiayı “doğru” hale getirmek için, bu alanlara yapılan kamusal yatırımları kademeli olarak azaltmak ve kurumları devlet eliyle işlemez hale getirmek de temel ilkedir. Böylece arka planda işleyen bu neoliberal mantıktan haberdar olmayan geniş halk kesimleri de ikna edilmiş olacak; bu kurumların piyasaya açılması için en azından bir kısmı siyasi ve sınıfsal konumları doğrultusunda rıza gösterecektir. Tıpkı tamamen piyasaya devredilen birçok kamu kuruluşu ve KİT’ler gibi…

Bir de kısmen özelleşen ama özel sektörün payının her geçen gün arttığı sağlık ve eğitim gibi alanlar var ki; parası olanın nitelikli hizmete ulaşabildiği, olmayana “bizden bu kadar" denildiği bir model yaratılmıştır. Bu model aynı zamanda özel sektörün sunduğu “olanaklar” üzerinden kamuyu öcüleştirmek, değersizleştirmek, “yetersizliği” ve “niteliksizliği” üzerinden bir söylem oluşturup, piyasalaşmayı meşrulaştırmak ve güzellemek açısından da işlevsel bir rol oynamaktadır. İşte AKP iktidarıyla geçen 2000’li yıllar, eğitimin özelleştirme eksenli yeniden biçimlendirilmesi ve kamusal eğitimin de bu bağlamda şekillendiği bir dönüşüme sahne oldu bir yandan da.

Devlet, eğitim bütçesini ve yatırımlarını kademeli olarak azaltıp, devlet okullarını kendi kaderine terk ederken, derslik ve öğretmen yetersizliği nedeniyle sınıf mevcutları giderek arttı, okulların en temel ihtiyaçları bile okul aile birliklerine yüklendi. Okul yaşamının bir parçası olması gereken kütüphane, laboratuvar, spor salonu, sosyal etkinlik alanları gibi pek çok şey de ilk gözden çıkarılanlar oldu. Bu tabloya bir de içeriği dinselleştirilmiş, bilimsellikten uzak eğitim ile merkezi sınav ve yerleştirmelerin yarattığı adaletsizlikler eklenince, kamu okullarının çok büyük bir kısmı imkânı olanın “kaçıp kurtulduğu”, olmayanın zorunluluktan devam ettiği birer mahrumiyet alanına dönüştü. Bu durum, özel okulların kendilerini parlatmaları için bir fırsat yaratırken; eğitim öğretim süreçlerinde zaten olması gereken hizmetleri bir lütuf ve ayrıcalık gibi sunmalarına ve bunların herbiri için de fiyatlarını artırmalarına olanak sağladı.

Öğretmenin itibarsızlaştırılması

Kamusal olanı bozarak, yıkarak eğitimin amacını, işlevini ve biçimini yeniden tanımlayan neoliberal gericilik, elbette öğretmenlerin yıpratılması ve itibarsızlaştırılmasının da önünü açtı; öğretmenliğin tanımını ve haklarını giderek bulanıklaştırdı. Devlet memuru statüsünde olan öğretmenlerin verimli çalışmadıkları, çok fazla tatil yaptıkları, aldıkları maaşı hak etmedikleri vb. söylemler hem eğitim bakanları hem MEB bürokratları tarafından açıkça ya da örtülü biçimde birçok kez dile getirildi, ayrıca bu söylem toplumsal tabanda da yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Böylece öğretmenler eğitimdeki tüm problemlerin sorumlusu olarak ilan edilirken, MEB, kendine yükümlülüklerden olabildiğince sıyrılmış bir rol biçti. Okulların içinde bulunduğu durum tamamen iktidarın siyasi ve ekonomik tercihlerinden kaynaklanıp, kamu harcaması politikaları ile ilgiliyken, eğitimin niteliğinin düşmesi öğretmenlere yüklenip, öğretmenin pedagojik ve teknik yetersizliklerine indirgendi.

Öğretmenliğin vasıfsızlaştırılması, değersizleştirilmesi, teknisyenleştirilmesi üzerine kurulan ve gittikçe hegemonik hale gelen bu propaganda sayesinde, öğretmenlerin iş güvencesi yok edildi, özlük hakları tırpanlandı, mesleki özerklikleri ellerinden alındı, toplumsal saygınlığı ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Böylece sözleşmeli ve ücretli öğretmenlik uygulamaları meşru bir görünüm kazanırken, ataması yapılmayan öğretmenler, özel okul öğretmenleri, öğretmen işsizliği gibi kategoriler de hayatımıza girdi. İşsiz kalma endişesi öğretmenlerde düşük ücret, güvencesiz çalışma ve özlük haklarından vazgeçme konusunda bir rıza üretirken, yedi yüz bini bulan atanmayan öğretmen sorunu ise bu tahakkümü daha da pekiştiriyor.

Bu tahakküm sayesinde, özel okullarda öğretmen istihdamı demek artık öğretmen sömürüsü anlamına geliyor, kamuda da yüz bine yakın ücretli öğretmen asgari ücretin altında ucuz işgücü olarak çalıştırılıyor. Böylece iktidar mesleki kimlik açısından da yeni bir öğretmen modeli yaratmak istiyor. Öğretmenlerin yoksullukla, işsizlikle, güvencesizlikle terbiye edilmek istendiği bu modelde, maddi kaygılar altında ezilen; bu nedenle eleştiremeyen, sorgulayamayan, etkisiz, iradesiz, ilkesizleşmiş ve iktidara eklemlenmiş bir teknik eleman profili oluşturulmaya, mesleğine yabancılaşmış öğretmenler yaratılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla geçmişin ilerici, aydınlanmacı, dayanışmacı, topluma karşı sorumluluk duyan ve eşit yurttaşlık bilinci taşıyan entelektüelleri olarak resmedilen öğretmen kimliği, toplumsal belleğimizden ve beklentilerimizden silinmeye çalışılıyor.

Yük olan kim?

Kamusal olan ne varsa içini boşaltan ve piyasaya devreden bu zihniyetin bugün bizi getirdiği noktada ise öğretmenler artık en üst düzeyden “yük” olarak tanımlanıyor, eğitim yatırımlarının önündeki temel engel olarak işaret ediliyorlar. O zaman şunu sormak gerekiyor: Ülke koşullarında yoksulluk düzeyinin altında yaşayan, OECD verilerinde son sıralarda yer alan, hatta yüz bine yakını asgari ücretin ve açlık sınırının altında çalışan, birçoğu ek iş yapmak zorunda kalan öğretmenler midir ülkeye, topluma ve eğitime yük olan, yoksa bu zihniyet mi?

Ülkede mevcut öğretmen sayısı kadar öğretmene ihtiyaç varken yüz binlerce öğretmenin bir gün dahi kendi mesleğini yapamadığı, binlercesinin inşaat işçisi, garson, kurye, kasiyer vb. olarak çalıştığı, kimilerinin umutsuzlukla intihara sürüklendiği koşullarda, öğretmenler midir yük olan, yoksa sizin ekonomik tercihleriniz mi?

Öğretmeni kölece koşullarda çalıştırıp, canı istediğinde ücretsiz izne çıkaran, canı istediğinde kapının önüne koyan, bir de üzerine “Yatarak maaş alıyorlar” demeyi kendine hak gören özel okul temsilcisi midir yük olan, yoksa evinin geçiminin, kendi belirsiz geleceğinin derdinde olan öğretmen mi?
Velilerden topladığı parayı inşaata yatıran ama öğretmenine maaş vermeyi çok gören müteahhit özel okul sahipleri midir yük olan, yoksa kıt kanaat geçinirken okulundaki, sınıfındaki eksiklikleri yardım kampanyaları ile tamamlamaya çalışan öğretmen mi?

Devletten her fırsatta teşvik alıp, vergi indirimlerinden yararlananlar, vergi borçları silinenler, kamu arazilerinin, binalarının üzerine çökenler midir yük olan, yoksa en kıdemlisinin bile maaşının yoksulluk sınırı altında kaldığı öğretmen mi?

Halkın devletten hizmet almak için ödediği vergileri eğitime değil de yandaşlara aktaran, nitelikli eğitimi ancak satın alınarak erişilebilir kılanlar mıdır bu ülkeye yük olan, yoksa bu ülkenin öğretmenleri mi?

Öğretmenlere yönelik tüm itibarsızlaştırma çabalarına ve sistematik değersizleştirme politikalarına rağmen hemen hepimiz bu soruların doğru yanıtını, kimin yük kimin yük olmadığını biliyoruz. Bu sorulara onlarcasını daha ekleyebileceğimizi de biliyoruz.

Ve yanıt olarak: Devlete, halka yük olanlar, öğretmenler değil, eğitimi “bırakınız yapsınlar” politikasına terk edenlerdir diyoruz. Çalışmayan ve çalışmadığı her geçen gün kanıtlanan, piyasacı bu düzendir diyoruz. Başta eğitim olmak üzere tüm kamusal hizmetleri sefalete sürükleyenler, kamu yararına ne varsa yok edenlerdir diyoruz. Eğitimde tüccar zihniyetinin değil, öğretmenlerimizin yanındayız diyoruz!