Ülkemizdeki idarenin büyük bir kısmını sözde bilimsel kanıtlara dayandırarak yarattığı, üzerimize çöreklenen bir pedagojik hegemonya var. Bu pedagojik hegemonya kendisini son 10 yıldır toplumun formasyon merkezi olan üniversitelerden anaokullarına kadar müfredattan pozitif bilimleri kaldırarak teoloji ağırlıklı dersler üzerinden var etmeye çalışıyor

Eğitimin yolunu değiştirmek…

OSMAN ÇAĞRI ŞAHİN

“Birlikte yürüyerek oluruz.” (*)

Dünyada eğitimin ve eğitimi oluşturan unsurların yoğun olarak sorgulandığı bir dönemi yaşıyoruz. Dünyanın hemen her yerinde ve özellikle ülkemizde “okul-öğretmen-öğrenci” kavramlarının birbirleriyle ilişkisi sürekli gündem oluyor. Herhangi bir ülkede eğitim söz konusu olduğunda kimse çemberin dışında kalamayacağı için farklı sosyal sınıflar ortak bir paydada daha çabuk buluşabiliyor. Eğitimin köklerinin ilk insana kadar uzandığını biliyoruz. Antik Çağ’da ise okullaşma deneyimlerinin ilk örneklerini görüyoruz. Dünyada 18. yüzyıla gelene kadar zorunlu eğitim uygulamasıyla karşılaşmıyoruz. 18. yüzyıldan itibaren zorunlu eğitim uygulaması okullar aracılığıyla kışlaya asker, erke itaat eden yurttaş, ticari yaşama istihdam yetiştirmek üzerinden kendisini var ediyor. Bunca zaman geçmesine rağmen bazı teknolojik iyileşme ve çoğu kâğıt üzerinde kalan içerik yenileme hamlelerinin dışında, okulların 18. yüzyıldaki konumunda kaldığını söyleyebiliriz. Günümüzün en acı gerçeklerinden biri ise, yüzyıllar geçmesine rağmen okuldaki yetişkin ile çocuk ilişkisinin otorite-itaat ekseninde hâlâ yetişkin lehine işliyor oluşudur. Eğitimin zorunlu hale getirilmesinde kullanılan tasarım ilk günden bugüne sorunlarını çözemeden yeni dönemlere taşınıyor. İktidarların eğitimi ideolojik dayatma aracı olarak kullanması ve şu anki okul iklimi, toplulukları yeni arayışlara, alternatif çözüm yolları yaratmaya itiyor.

Dünyada eğitimin ve eğitimi oluşturan unsurların yoğun olarak sorgulandığı bir dönemi yaşıyoruz. Dünyanın hemen her yerinde ve özellikle ülkemizde “okul-öğretmen-öğrenci” kavramlarının birbirleriyle ilişkisi sürekli gündem oluyor. Herhangi bir ülkede eğitim söz konusu olduğunda kimse çemberin dışında kalamayacağı için farklı sosyal sınıflar ortak bir paydada daha çabuk buluşabiliyor.

Eğitimin köklerinin ilk insana kadar uzandığını biliyoruz. Antik Çağ’da ise okullaşma deneyimlerinin ilk örneklerini görüyoruz. Dünyada 18. yüzyıla gelene kadar zorunlu eğitim uygulamasıyla karşılaşmıyoruz. 18. yüzyıldan itibaren zorunlu eğitim uygulaması okullar aracılığıyla kışlaya asker, erke itaat eden yurttaş, ticari yaşama istihdam yetiştirmek üzerinden kendisini var ediyor.

Bunca zaman geçmesine rağmen bazı teknolojik iyileşme ve çoğu kâğıt üzerinde kalan içerik yenileme hamlelerinin dışında, okulların 18. yüzyıldaki konumunda kaldığını söyleyebiliriz. Günümüzün en acı gerçeklerinden biri ise, yüzyıllar geçmesine rağmen okuldaki yetişkin ile çocuk ilişkisinin otorite-itaat ekseninde hâlâ yetişkin lehine işliyor oluşudur.

Eğitimin zorunlu hale getirilmesinde kullanılan tasarım ilk günden bugüne sorunlarını çözemeden yeni dönemlere taşınıyor. İktidarların eğitimi ideolojik dayatma aracı olarak kullanması ve şu anki okul iklimi, toplulukları yeni arayışlara, alternatif çözüm yolları yaratmaya itiyor. Bugünün dünyasında insanlar ev okulları modelini hatta okulsuz toplumun inşasını tartışıyor ve deneyimliyor. Ancak tüm bu arayışlar 21.yüzyılda yol alırken okulun hâlâ en işlevsel kurum olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ekonomik ilişki biçimleri ve kentleşmenin dayattığı iş hayatı, okul ve türevlerinin yerini sağlamlaştırıyor. Eğitimle birlikte okulun varlığı ne kadar sorgulanırsa sorgulansın “okuldan” vazgeçmek mümkün olmuyor.

Yurtta durum ne?

Sorunun cevabını hemen söyleyeyim. Dünyadan çok farklı değil. Kaygı düzeyi çok yüksek ama kaygıyı oluşturan nedenler ile kaygıyı ortadan kaldıracak yaklaşım çok farklı. Dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de eğitimin/okulun gelenekselleşmiş halinden kopamamasının elbette çok nedeni var. Kökleşmiş zihniyetin yarattığı alışkanlıklar en başta gelen sebeplerden. Eğitimin bileşenlerini (öğretmen, anne-baba ve özellikle çocuklar) geçmişten bugüne okulun asli unsuru olarak görmeyen bir zihniyet var. İşe buradan başlamak çok iyi bir fikir. Ancak en zor yer olduğu unutulmamalı. Çünkü zihniyet değiştirme işi elbise değiştirmek kadar basit değil. Eğitimi, -bugün ülkemizde çok ağır ve sıcak olarak yaşadığımız gibi- ideolojik dayatma aracı olarak kullanan iktidarların elinden kurtarmaya çabalamak ise kökleşmiş zihniyetin sarsılması gereken apayrı bir zor tarafını oluşturuyor.

Örneğin en ağırı; ülkemizdeki idarenin büyük bir kısmını sözde bilimsel kanıtlara dayandırarak yarattığı, üzerimize çöreklenen bir pedagojik hegemonya var. Bu pedagojik hegemonya kendisini son 10 yıldır toplumun formasyon merkezi olan üniversitelerden anaokullarına kadar müfredattan pozitif bilimleri kaldırarak teoloji ağırlıklı dersler üzerinden var etmeye çalışıyor. Müfredata yapılan anlamsız, çoğunlukla sonuçsuz kalan, adı sürekli “reform” olarak lanse edilen müdahaleler, öğretmen alımlarına şart olarak getirilen mülakatlar, bu hegemonyanın en güçlü ayaklarından birini oluşturuyor. Son dönemlerde gündeme sıklıkla gelen proje okulları meselesi de okulların iklimiyle oynayan başka bir sorunsal. MEB’in merkeziyetçi, iletişim ve müzakereden uzak yapısı öğrenciler, öğretmenler ve velilerle karşı karşıya gelmesine, kendisini var eden öznelerle yabancılaşmasına sebep oluyor.

Öte yandan yıllardır yaygınlaştırılmaya çalışılan pedagojik hegemonyanın kendi etrafında yarattığı bir çevre var. Bu çevre eğitim camiasındaki örgütlü kurumları (Sendikalar ve STK’ler) internet medyası ve basılı araçları kullanarak, karma eğitimin kaldırılması (**) gibi hayati konularda sözde bilimsel bir çok yayın yapıyor. Ülkenin eğitim halinin özeti buyken ve yukarıda da sebeplerine değindiğimiz gibi “okul” dan vazgeçmek mümkün değilken kafamızda yeniden kritik sorular beliriyor;

Peki nasıl bir eğitim? Nasıl bir okul?

Öncelikle eğitimi ele alırken çocukların gereksinimleri ve maksimum yararı odak noktamız olmalı. Çocukların beslenme, barınma, oyun oynama gibi en temel haklarını sağlayan bir eğitim anlayışının mümkün olduğunu bilerek hareket etmeliyiz. Anaakım eğitim anlayışına karşı alternatif eğitim yaklaşımlarını temel alarak kendi eğitim öykümüzü yazmak ve bu pedagojik hegemonyayı kırmak için küçük-büyük demeden bir adım atmalıyız.

Dünyada deneyimlenmiş, halihazırda uygulanan birçok alternatif eğitim yaklaşımı/modeli var. Bunların hepsi ayrı ayrı incelemeye değer örnekler. Alternatif yaklaşımların neredeyse tamamı çocuğun gereksinimlerinden hareket ederek işe koyuluyor. Bu yaklaşımların herhangi birisinin gömleğini giymenin bizim üzerimize tam olarak oturmayacağını, ya bol geleceğini ya da içerisine sığamayacağımızı düşünüyorum. Son dönemde PISA verilerine göre ön plana çıkan ülkelerin eğitim modellerini kopyalayıp yapıştırmanın işe yaramayacağını eğitim üzerine kafa yoran çoğu kişi öngörebiliyor. Bu örneklerin ya da ülkelerin hepsinin bize yapabileceği tek katkı esin kaynağı olmak olabilir. Bu tarz ülke ve modellerden esinlenen, iyi örnek olabilecek özel teşebbüsler mevcut; ancak bu tarz girişimlerin tüm çocuklar için iyileştirme sağlayamayacağı da bir gerçek. Öyleyse fakına varmamız gereken bir şey var.

Okullarda meclisleşme pratikleri

Bilmediğimiz bir şeyden bahsetmiyorum, yeniden fark etmekten bahsediyorum. Bu ülkede 18 milyon çocuk her gün “o okulun” kapısından içeri giriyor. Çocuklar ve ebeveynler olarak eğitim hayatının yaşandığı okullara içeriden müdahale etmek dışında yapabileceğimiz bir şey yok. Tepki göstermek, ses çıkarmak, itiraz etmek bugünkü siyasal iklimde gerçekten çok kıymetli olmasına rağmen; bununla yetinmeyip okulun bizlere sunduğu araçları etkili kullanmanın yollarını aramalıyız. Çocuklarımız için gerçekten bilimsel, pedagojik ilkelere dayanan alternatif eğitim modellerinin pratiklerini eğitimciler, anne-babalar ve çocuklarla birlikte yaratabiliriz. Bunu her mecrada, herkesle müzakere edebiliriz. Söylemi gerçek kılmanın 3 sac ayağı var.

1- Hoşnut olmadığımız eğitim yaklaşımına karşı Alternatif Eğitim Pedagojisini birlikte oluşturmak.

2- Çocuklarımızın olduğu her alanda gerçek bir demokrasi talebinde bulunmak. Çünkü Demokrasi deneyimlenmeden kıymeti anlaşılan, özümsenebilen bir şey değildir. Onun için sınıflarda, sınıf meclisleri aracılığıyla öğretmen-öğrenci ilişkisini eşitleyerek çocukların doğrudan yönettiği ortamlar var edebiliriz. Karar alma süreçlerine sınıf veli meclisleri aracılığıyla müdahale edebiliriz.

3- Her alanda etkisini iliklerimize kadar hissettiğimiz doğanın tahribatına karşı, ekolojik duyarlılık ve bilinç yaratmak.

Bulunduğumuz yerden imkansız ya da zor mu gözüküyor? Biz başladık, yapmaya gayret ediyoruz. Omuz vermeye, eğitimin yolunu değiştirme çabasına katkı koymaya bekleriz.

(*) Paulo Freire

(*) Bkz: Eğitim-Bir-Sen/Eğitime Bakış Dergisi