Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan ülkemizin ileri teknolojide elde ettiği büyük başarıları kamuoyuna “müjdeler” vererek açıkladı.

Görkemli törenlere konu olan ilk büyük müjde 22 Ağustos’ta verilen Karadeniz’de doğal gaz bulunmasıydı. Bunu 30 Ağustos’ta ikinci müjde dalgası izledi. Erdoğan, insansız (İHA), silahlı (SİHA) ve akıncı (TİHA) hava araçlarının yerli üretimini övdü ve “Milli olarak geliştirilen sıvı yakıtlı roket motoru teknolojisinin ilk uzay denemelerine başlayacağımızın müjdesini vermek istiyorum” dedikten sonra, “bu konuda dünyanın önde gelen 3-4 ülkesinden biriyiz” diye ekledi.

Bu arada, birkaç hafta önce, “müjde benzeri” sözlerle “Covid-19 aşısını bulmaya yakınız” denilmesi ise, salgının artmasına karıştı; unutuldu.

Ülkemizin ileri teknoloji alanında dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olması sevindirici olabilirdi.

Ancak önemle belirtilmelidir ki bir ülkenin ileri teknoloji gücü, genel olarak bilimi önemseyen bir toplumsal kültürün, özel olarak da etkin bilimsel eğitim ve araştırma kurumlarının varlığıyla olanaklıdır.

Ne yazık ki verilen müjdelerin, böyle bir temeli bulunmuyor.

EĞİTİM TEL, TEL DÖKÜLÜYOR

Yeni eğitim yılı Covid-19 salgını nedeniyle olağandışı koşullarda başlıyor. Ancak, eğitimin AKP iktidarı yıllarında içine sürüklendiği olumsuzluklar sonucu Covid-19 etkisi katlanarak yaşanıyor.

AKP, ülkeyi, eğitimi yurttaşın hakkı ve onu gerçekleştirmeyi de devletin temel görevi sayan Cumhuriyet’in bilimsel eğitim anlayışından adım, adım uzaklaştırdı. Bunun en somut örneği Evrim kuramının ders programlarından çıkarılmasıdır. Bugün, işlenen konuların başında 11. Sınıf Din ve Ahlak Bilgisi kitabında yer aldığı gibi, “tabut, kefen, kabir azabı ve cehennem geliyor. Eğitimin, büyük ölçüde özelleştirilmiş ve dinselleştirilmiş olmasının bir sonucu olarak, yeni ders yılı tam bir kargaşayla başlıyor. Nasıl başlamasın ki, devlet okullarının gereksinmelerinin karşılanması velilerden isteniyor; üstelik adının önünde “Prof. Dr.” yazan Milli Eğitim Bakanı, “Eğitimde asıl yük öğretmen maaşıdır” diyebiliyor.

ÜNİVERSİTE “İÇERİDEN” ÇÜRÜYOR!

Üniversitenin üç ana görevi vardır; kaliteli eğitim; bilgi üretimi ve üretilen bilginin başta mal ve hizmet üretimi süreçleri olmak üzere toplumsallaşmasına katkıda bulunmak.

Bu ülkenin üniversiteleri bu işlevler bakımından giderek geriliyor. Başta üniversite özerkliği ve bilimsel özgürlüğün bulunmaması olmak üzere, üniversitelerin gerilemesinin önemli nedenleri var.

Ancak son zamanlarda giderek arttığı artık her gün basına yansıyan bir uygulama var ki, üniversiteleri “büyük çürüme” denilmesi gereken bir sürece sokmuş bulunuyor: bilim insanı atama ve yükseltmelerinde yaşanan ayrımcılık ya da kayırmacılık! Rektör, dekan ya da akademik personelin yakınları ya da belli bir dünya görüşünün sahipleri, bilimsel yeterlilikleri bir tarafa bırakılarak, bilim insanı kadrolarına yerleştiriliyor.

AKP iktidarında, uzunca bir süredir devlet dairelerinde işe almalarda iki sınav yapılıyor; yazılı ve sözlü. Çoğu kez yazılı sınavda yüksek not alanlar sözlü sınavda çok düşük not alıyor ve eleniyor. İktisattaki “kötü para iyi parayı kovar” süreci çalışıyor; beceri ve yetenek hiçe sayılıyor. Bu uygulama, toplumda eşitlik anlayışının yok olmasına; ahlakın yıkılmasına ve kamu yönetiminde verimliliği düşürerek ülkeye çok büyük zararlar veriyor.

Ancak aynı uygulama üniversitelerde yapıldığında, görevin niteliği gereği, bu tür zararlar birikimli bir biçimde ve katlanarak artıyor. İçeriden beslenme denilen bu uygulama sonucu üniversitede yakın akraba evliliği ya da Osmanlı’nın “beşik uleması” benzeri bir çürüme sürecine giriliyor. Üniversite, üniversite olmaktan çıkıyor.

Bu olumsuzlukların asıl sorumlusu olan iktidar, “mucize” gibi, ileri teknoloji müjdeleri veriyor. Oysa, bilim tarihi bir yönüyle de mucizelerin yerini bilime bırakmasının tarihidir. 2020 yılının sonuna gelinirken, ne kadar istenirse istensin, mucizeler bilimin yerine konulamaz.