Bu seviyedeki bir yönetmenden beklenen topluma projeksiyon sunmak olmalı. Esas uyarıyı hak edenler Östlund ve bu filmi Altın Palmiye’ye layık görenler.

Eğlenceli ama aptal bir film
Fotoğraf: Filmartı

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü alan Hüzün Üçgeni (Triangle of Sadness) vizyona girdi. Yönetmen Ruben Östlund’un ses getiren Force Majeure ve The Square filmlerinin ardından gelen bu büyük ödüllü yeni film beklentiyi oldukça yükseltmişti ayrıca yıldız tablolarında bu kadar yüksek puanlarla parlaması da cabasıydı. Yazının başında fikrimi hemen söyleyeyim; Hüzün Üçgeni eğlenceli ama aptal bir film. Bu sefer olmamış. Filmin satiri fazla aleni, her şey fazla meydandaydı. "Yönetmen aptala anlatır gibi anlatmak istemiş" diye düşünmeye kendimi zorlasam da bunun ipucu yoktu filmde. Nitekim izlerken yer yer keyif almış olsam da, derine hiç inmeyen bu film bir Palme d’Or filmi olamaz benim kitabımda. Açıkçası ya yabancı dilde İsveç’in Oscar adayı olması için fazla müdahalelerde bulunulmuş bir filmle karşı karşıyayız ya da belki de gözümüzde büyüttüğümüz bir yönetmen ile karşı karşıyayız diyebilirim. Nitekim biliyorsunuz İsveç’in aday adayı Tarik Saleh’in Boy From Heaven filmi oldu yani planlar suya düştü.

BİRİNCİ BÖLÜM

Force Majeure filminde yönetmen orta sınıf bir babanın, bir afet anında ailesini terk etmesi ve ardından bu olay hakkında yalan söyleyerek hatasını daha da artırması ile insan davranışının tuhaflıklarında başarılı bir drama bulmuştu. The Square filmi modern sanat üzerine bir hiciv olarak başlamış ardından kamusal alan ve kişisel sorumluluk temalarını işleyen bir dramediye evrilerek alanını genişletmeyi başarmıştı. Bu genişleme ve derinleşme üç bölüme bölünmüş Hüzün Üçgeni’nde yok. Filminin Yaya ve Carl’ı anlatan ilk bölümü, Force Majeure’un kendini entelektüel olarak yükselttiği feminist teori ve hatta postfeminizm alanları ile benzerlik gösteriyor ve yönetmenin değişmeyen bakış açısı bu anlamda tutarlı bir yerde duruyordu. Kriz anlarında ve sonrasında verilen insan tepkilerini daha genişe taşımaya çalışan filmin üçüncü bölümünde de bu anlamda yönetmenin konuya yaklaşımı benzerlikler taşıyordu. Benim şahsen tek sevdiğim bölüm bu oldu.

İKİNCİ BÖLÜM

İnsanların filmin ikinci bölümündeki yemek ve kusma sahnesinden nasıl zevk alacağını görebiliyorum ve zaten muhtemelen filmin bu kadar çok ses getirmesine vesile olan şey de bu sahne olsa gerek. Ancak bu bir film ve bu sahnenin öncesi ve sonrasında geçen uzun saatler olduğunu hatırlatmak isterim. Filmde lüks yatın kaptanı olarak izlediğimiz sarhoş filozof marksist Thomas’ı canlandıran Woody Harrelson, zengin yamyamlar arasında sözde anti kapitalizmin sesi olmaya çalışırken kapitalizmin kendisi olup çıkıvermişti. Oyuncuya has o sevdiğimiz alaycılık bu sefer rahatsız ediciydi. Işığı parlarken ertesi saniye aniden sönüveren sıradan bir oyuncuya dönüşmüştü. Bu aslında, Östlund’un filmin genelinde hissettiğim katı ve kapasitesiz yönetmenliğinin sonucuydu. Filmin en güçlü ve kayda değer oyuncu performansı, model ve internet fenomeni sevgilisi Yaya (Charlbi Dean) ile ücretsiz olarak lüks yat gezisine katılan Carl rolünde izlediğimiz Harris Dickinson’a aitti. Belki de filmin tek karmaşık ve tek nüanslı karakteri olmasından kaynaklıdır bu. Filmin oyuncusu Charlbi Dean’in daha önceki bir rahatsızlığından kaynaklanan bir komplikasyon sonucu filmden kısa süre sonra genç yaşında üzücü bir şekilde vefat ettiğini de söylemek istiyorum.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ve benim için katlanılamaz olan üçüncü bölüm! Östlund’un lüks yattaki bazı karakterleri kazazede olarak bir sahile sıkıştırarak hiyerarşik düzeni altüst etmesi ile gelişen ve fazla uzun süren filmin bu son perdesi tam bir hayal kırıklığı idi.

Bir grup çocuğun uçak kazası sonrasında adaya düşmeleri, burada kurulan yeni düzen ve kötülük üzerine duyulan hazzı içeren William Golding’in Sineklerin Tanrısı alanına giren bir bölümdü bu. Hatta, fayda sağlama ve üstün olmanın baskıcı güce dayandırıldığı George Orwell’in Hayvan Çiftliği romanında kurulan totaliter düzen sisteminin kendi yönetimi altındakileri mutlak kontrol altında nasıl tuttuğunun alanına giren bölümdü. Östlund’un, felsefenin büyük tartışmasına kendisini de dâhil etmek istediği bu sahildeki bölümünde, marksist bakış açısı ve totaliter sistem eleştirisi adına sergilediği basit tutum karşısında seyirci olarak sizlerin de şaşıracağınızı ve filmde çok şey oluyormuş gibi gözükse de ne kadar az şey olduğunu göreceğinizi düşünüyorum. Bu seviyedeki yönetmenden beklenen, toplum hatta gelecek toplumlara belli bir ölçüde projeksiyon sunmak olmalı. Bu denli sarih sosyolojik tespitler ile esas uyarıyı hak edenler Östlund ve bu filmi Altın Palmiye’ye layık görenler. Ne yazık ki kapitalist düzenin sebep olduğu sınıf ayrımcılığını ve adaletsizliği yok etmek hâlâ bir hayal. Ama ikiyüzlülük Cannes’da kalıtımsal. 20 milyon dolara mal olan görüntüleriyle bu filmi izleyip ayakta alkışlayanları düşününce insan ister istemez aptal yerine konulduğunu düşünüyor. Neydi Orwell’de geçen o söz? “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.”