İki karşıt sözcükten oluşan “keyifli dehşet”, dile getirilemeyeni adlandırmak, yüce olanla karşılaşmalarımızı tanımlamak için

Kerteriz noktaları bulunmayan bir boşlukta yön bulma yetimizin yıkıldığını, kendimizi kontrol edemediğimiz bir durumda bulduğumuzu düşünelim. Hele bir de nesnelerin konturları erimeye, birbirinin içine karışmaya başladığında artık işin içinden çıkamayız, dile getiremediğimiz bir deneyim yaşadığımızı duyumsarız. Böyle bir durumda katı çeperler içine tıktığımız benlik denen yapının da çöktüğünü hissederiz. Dile getiremediğimiz, kontrol edemediğimiz bu görünüm karşısında dilin yetersizliğinden dem vururuz: ifade etmenin imkânsızlığından.

TÜM MEKÂNLARIN VE SINIRLARIN ERİDİĞİ AN
Aysız, zifiri karanlık bir ilkbahar gecesi, Gökçeada’nın sularında yaşadıklarım tam da böyle bir deneyimdi. Deniz ve göğün birbirine karıştığı, tüm mekânsal sınırların eridiği, nesnelerin yok olduğu böyle bir gecede yakamoz olayına tanık olmuştum ilk kez.  Her dokunuşumda suların alev alev yandığını gördüm. Avucuma aldığım sular parmaklarımın arasından ışıl ışıl akıyordu. Müthiş bir duygu yaşamıştım. Edmund Burke’ün deyişiyle “keyifli bir dehşet” duygusu sarıp sarmalamıştı bedenimi. Tüm sınırların eridiği, engin, belirsiz, pırıltılı bir karanlık içinde kendimi havada asılı kalmış, ıssız, kozmik bir zerre gibi algılamıştım; ürperdiğimi, fakat aynı zamanda bu ürpertiden de keyif aldığımı hatırlıyorum. İki karşıt sözcükten oluşan “keyifli dehşet”, dile getirilemeyeni adlandırmak, yüce olanla karşılaşmalarımızı tanımlamak için ısmarlama bir deyiştir aslında. Adlandırılmaz olan karşısında yaşadıklarımızı aktarmak için artık elimizin altında oksimoron da olsa bir adlandırma var.

DOĞANIN UYANDIRDIKLARI
Keyifli dehşet anlarında bizden çok büyük, çok kudretli bir şeyle karşılaştığımız, tehlikeye çok yakın olduğumuz, ama yine de güvenli bir konumda durduğumuz duygusu eşlik ediyor bize. Hem ürpermek hem de bu ürpertiden keyif almak için her iki koşulunda mevcut olması lazım. Burke’den sonra Kant da bu keyifli dehşet anlarını, yücelik duygusunu ‘Yargı Yetisinin Eleştirisi’ adlı kitabında titizlikle tanımlamıştı. “Doğada, adet olduğu üzere yüce dediğimiz durum içinde, tikel, nesnel ilkelere ve bunlara denk düşen doğa formlarına yol açan bir şeylerin yokluğu vardır” diye yazıyordu Kant. Bir negatif durumdan, yoksunluktan söz ediyor; şeylerin kaos durumunda oluşlarından, en yabanıl ve en biçimsiz düzensizlik ve ıssızlık halinden söz ediyor Kant.  Bu haliyle doğa bizde yücelik duygusu uyandırıyor.

HEM TEHLİKEDE HEM DE GÜVENDE OLMAK
Toplumsal düzlemde de benzer keyifli dehşet duygularını yaşadığımızı, hatta bu tür duygu üretiminin ticarileştiğini görüyoruz. Duygularımızı manipüle eden koca bir sektör var. Hem tehlikeye yakın olmak hem de güvende olmak duygusu, muazzam bir görsel kültür endüstrisini tetikliyor. TV ekranlarından odalarımıza yayılan gerçek dehşet görüntülerini rahat koltuklarımızda izlememiz de yine keyifli dehşet uyandırıyor bizde. Bizim başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz olayları korunaklı evlerimizde izlemek, özellik HD keyfiyle izlemek Romantiklerin hayal edebileceğinden çok daha güçlü keyifli dehşet duygusu yaşatıyor bize. 19. yüzyılda doğanın dehşetli görüntülerini kentlerin korunaklı mekânlarına taşımak için panorama ve diyaroma gibi teknikleri icat eden Romantik sanatçılar günümüzün teknolojisini görselerdi, dudakları uçuklar, donakalırlardı herhalde.

YÜCE OLANI DENEYİMLEMEK
Tehlikeye yakın olmak ama tehlikede olmamak. Rahat koltuklarımızda yücelik simülasyonlarını izlerken, olay ile aramıza güvenli bir mesafenin girdiğinin çok farkındayız. Kamusal mekânlarda bizzat tanıklık ettiğimiz toplumsal olayları da yine aynı seyirci refleksiyle izliyoruz.  Olay ile aramıza düşünsel ve fiziksel mesafeler yerleştiriyor, bizden daha kudretli olanı sahte bir yücelik duygusuyla izlemekle yetiniyoruz. Oysa Romantiklerin bize miras bıraktıkları gelenek içinde, yüce olanı deneyimlemek için fırtınanın gözüne yerleşmek ve fırtınayı içeriden deneyimlemek de vardı. Bizden daha kudretli, engin, sınırsız bir kuvvet olarak, bedenlerin kendi aralarında kurdukları bağlarla oluşturdukları içkinlik düzlemi, bizde müthiş, keyifli bir dehşet duygusu, gerçek bir yücelik duygusu yaratabiliyor pekâlâ. Toplumsal düzlem içinde, sınırların, çeperlerin, başlangıç ve sonların eridiği ve herkesin hep arada olduğu böyle bir bedenlerin bedeninde kendimizi izleyici konumuna yerleştirecek kıyı mevcut değildir artık.
Daha kudretli, daha yüce olanı, aşkın bir kuvvet olarak değil de, içinde yer aldığımız, oluşturduğumuz tamamen içkin bir kuvvet olarak deneyimlemek keyifli bir dehşet duygusunun asıl temelini oluşturuyor galiba. İktidarın tüm biçimlendirme, ehlileştirme çabalarına karşın biçimsizliği, sınırsızlığı ve sonsuz kudretiyle toplumsal yüce bizi şaşırtmaya devam ediyor.
 
 
1-Caspar David Friedrich, "Deniz Kıyısında Keşiş" (1809)
2-Phillip Jacques De Loutherbourg, Alplerde Çığ (1803)