Giderek daha yoğun hissettiğimiz gerçekler pazartesi TÜİK’in resmi açıklamasıyla rakamlara döküldü. Enflasyon 14 yıl sonra bir rekor daha kırarak Temmuz’daki yüzde 15,85 düzeyinden Ağustos’ta yüzde 17,90’a yükseldi. Daha kritik olan, tüketici için yükselişin devam edeceğinin habercisi, üreticinin altında ezildiği enflasyon, yani üretici enflasyonu… Ağustosta yüzde 32,13’e fırladı.

Lafı dolandırmaya hiç gerek yok. AKP’nin yandaşlara rant aktarılmasına, borçlanmayla tüketimin ve verimsiz yatırımların sürdürülmesine dayalı ekonomi politiği çöktü. Enflasyon, uzaktan bakılan bir buzdağının ufukta görünen ilk noktası gibi, krizin ilk resmi, görünür işareti olarak artık karşımızda.

Artık doğrudan hepimizin kırtasiyede, eczanede, benzin istasyonunda, köprülerde, bakkalda, markette de hissetmeye başladığı krizin resmi... Üstelik enflasyon, ekonomi yavaşlarken, üretim zorlaşırken yaşanıyor. Durum tam da bu: Yavaşlayan bir ekonomi ve yükselen enflasyon! Stagflasyon artık kapıda.

AKP’nin kendi sınıfsal yönetim tercihlerini örtmek için bir kez daha sarıldığı dış güçler yalanının ve içi boş, sahte “milli birlik ve beraberlik” söyleminin gölgesi kalktığında geriye yalın bir gerçek kalıyor: Krizin ilk görünür yüzü enflasyon, herkesten önce sabit gelirli emekçiyi vuruyor. Sabit gelirli milyonların alım gücü, adeta yeni bir vergi salınmış gibi günden güne eriyor.

Üretim yüzde 75 pahalı

Aynı zamanda, TL her değer kaybettiğinde üretimi dolara bağlı tüm üreticiler bu artan maliyetin altında eziliyor. Sene başında 1 dolarlık ithal girdi için 3,76 TL öderken şimdi aynı 1 dolarlık ithal girdi için 6,60 TL ödemek zorunda. Üretim TL bazında yüzde 75 daha pahalı yani. İşte üretici fiyatlarına yansıyan ve yansımaya devam edecek olan da bu. Ve işte üreticiden tüketiciye yansıyacak olan da... Yılsonuna resmi rakamlarla bile, en iyi ihtimalle yüzde 20’nin üzerinde bir enflasyonla varacağımızı şimdiden gösteren de bu.

Kriz kendisini bütün ağırlığıyla, tabi yine önce emekçilerden ve üreticilerden başlayarak hissettirirken, Saray rejimi de “ekonomik kriz” karşısındaki tutumunun ilk işaretlerini verdi ve rengini belli etti bile.

“Aynı gemideyiz” söyleminin, iktidarın açık sınıfsal tercihlerini örtmek için kullanıldığı açık. Bunun krizi yaratan anlayışı daha da derinleştirerek, krizin faturasını 16 yıldır sistemin kaybedeni olan milyonlara ödetmek için kullanılan bir kandırmaca olduğu hemen gün yüzüne çıkıverdi. Bir yanda devamı açıklanan KGF, teşvikler, yeni inşa edilecek ve bir türlü doyulmayan Saraylarla hükümetin önceliğinin her zamankinden farksız olacağı ortaya konuluyor. Diğer yandan da Saray resepsiyonlarının menülerinden, bitmek bilmeyen ihtişam düşkünlüğü ve Saraylı kompleksi fışkırıyor adeta.

Velhasıl hem geminin rotası teyit edildi hem de “aynı geminin” içinde bir yanda borcunu ödeyemeyenlerin intihar ettiği, öte yanda ise ejder meyveli smootheilerin chia tohumu eşliğinde sunulduğu birbirinden çok farklı kamaralar olduğu yeniden gözümüze sokuldu.

Gelinen noktada görülüyor ki, krize dair ciddi bir yaklaşım sergileyerek, halkı korumak ve krizi mümkün olan en yumuşak geçişle atlatmak şöyle dursun, hükümetin krize yaklaşımında başka öncelikler var. Özeti şu: hem genişletici politikalarla devam edilecek hem de bu her zamanki açık sınıfsal tercihle yürütülecek. Genişletici politikalar KGF, teşvik, Saray yapımı, mega projeler gibi harcamalarda somutlaşıyor. Sınıfsal tercih de bu politikaların içinde gizli. Kamu harcamaları, ücret, vergi indirimi gibi mekanizmalar yoluyla zaten kriz nedeniyle çok sıkışmış, zam baskısı altında her geçen gün yükü artan emekçiye değil, ek teşvik yöntemleriyle, mega projelere verilen “dolar garantileri” gibi rant aktarım mekanizmalarıyla sermayeye kullandırılacak. Bunlara ek olarak, kriz bir politik söylem olarak hafife alınacak, sorumluluk mümkünse yaratılmış iç ve dış düşmanlara ihale edilecek ve Merkez Bankası’nın günü kurtarmaya dönük sözlü imalarıyla olabildiğince zaman kazanılmaya çalışılacak.

Tam da bu nedenle bugün çok kritik bir eşikteyiz. Tam da bugün emekten, eşitlikten, özgürlükten yana herkesin, Türkiye’nin sol muhalefetinin, bizlerin payına bir tarihi görev düşüyor. Krizden çıkışa dair teknik ekonomik çözüm önerileri ortaya koymaktan daha önemlisi, krizin faturasının emekçilere çıkarılmasını önlemek.

Faturayı halka kesecekler

Çok yakında “başka çare yok” denilerek, halkın önüne çok ağır bir kemer sıkma reçetesi koymaya kalkacaklar. Bunu yaparken, kendi saltanatlarından, dayandıkları rantçı sermayenin çıkarlarından taviz vermedikleri gibi, sermayenin var olan borçlarını da çeşitli ayak oyunlarıyla “kamulaştıracaklar.” Ülke büyürken, kazanırken, “hep bana” diyenler, birden “bir olduğumuzu”, yükü “mecburen” birlikte sırtlamamız gerektiğini söyleyecekler.

Lafı hiç uzatmadan açıkça söylemeliyiz: Faturayı, hasarı ortaya çıkartan siyaset ve onun rantçı ortakları ödemeli. Bu fatura ortaya çıkarken yok sayılan, ezilen, sömürülen yüzde 99 değil... Şimdi yapılması gereken, ücretlerin reel olarak düşürülmesi değil, bilakis başta asgari ücret olmak üzere tüm ücretlerin enflasyon oranında artırılmasıdır. Aynı anda vatandaşın kullandığı yollar, köprüler, hastanelerin fiyatları TL’ye çevrilmeli, kaynak ihtiyacı rantçı sermayenin vergilendirilmesiyle karşılanmalıdır.

Doğrusu budur.

Bundan sonrası, işte bunun mücadelesidir... Krizin faturasını önce kim ödeyecek, krizden bu düzeni değiştirecek yeni bir ekonomi politikasıyla mı çıkılacak, yoksa 16 yıldır Türkiye’nin kanını emen piyasacılığın devlet kapitalizmi dönemi, faşizmle birlikte derinleşecek mi?