Bir mübarek ‘Anneler Günü’nü daha idrak ettik. Çocuk doğurmuş kadınların doğurmamışlara üstünlüğü bir kez daha vurgulandı. Annelerin toplumun direği olduğu söylendi, reklamlarda annelerin kendilerine verilmesinden en çok mutluluk duyacağı hediyeler -tost makineleri, ütüler, mutfak robotları, ah hele o elektrikli süpürgeler!- uygun fiyatlarla sunuldu.


Bu mübarek günde, adında ‘doktor’ ifadesi geçen dünyaca ünlü hazır gıda markasının 2009’da yayımlanan (YoutTube’da bulabilirsiniz) supangle reklamını tekrar anma fırsatı da doğdu: Yemyeşil yapraklar ve rengârenk çiçeklerle dolu, cennet gibi bir bahçede oynayan iki çocuk görüyoruz. Tam da Amerikan filmlerinde görebileceğimiz tarzda, ağaca asılmış büyük bir lastiği salıncak olarak kullanıyorlar. O sırada yaşlı bir kadın (babaanne) elinde supangle tabaklarıyla geliyor. Çocuklar keyifle tatlılarını yerken sahne değişiyor, kendimizi çoğunluğu gri olmak üzere koyu renklerle donatılmış modern bir mutfakta buluyoruz. Babaannenin huzur ve mutluluk dolu yuvası gibi değil burası, orada temsil edilen tüm güzelliklere aykırı bir yer…

Nedenini hemen anlıyoruz: Küçük kız ve annesi belli ki eve yeni girmişler -çocuğun üzerinde okul kıyafeti ve sırtında çanta, annenin üstündeyse kadının bir ‘beyaz yakalı’ olarak çalıştığını gösteren güzel bir takım elbise var- Çocuk hemen buzdolabını açıyor, supangle dolu tabağı görünce “Aa, babaannem mi geldi?!” diye soruyor. Gülümseyen, ama kollarını da göğsünde kavuşturmuş anne -belli ki bir şeylere karşı tavrını sergiliyor- başını iki yana sallayarak yanıtlıyor. O sırada üzerinde okul formasıyla oğlan eve giriyor. Supangle yiyen annesiyle kardeşini görünce yüzünde beliren gülümsemeyle soruyor: “Selam, babaannem mi burda?!” Ana-kız supangleyi kaşıklarken başlarını iki yana sallayıp gülüyorlar. Son olarak ‘evin erkeği’ geliyor. Ceketini asarken kokuyu fark ediyor ve içeri girerken mutlu bir şaşkınlıkla “Anne?!” diyor. Ailenin diğer bireyleri keyifle gülerken baba da, ‘çalışan karı’sı tarafından kısa sürede yapılabilen ve annesinin (babaannenin) supanglesini aratmayan ürünü yiyerek hazzın doruklarına çıkıyor. Böylece, çalışan annenin soğuk, hiçbir canlılık emaresi barındırmayan fütürist mutfağı bir anda babaannenin cennetini andırıyor. Tabii asla öyle olamayacağını hepimiz biliyoruz.

Bu eski bir reklam, ama geçen hafta boyunca yayımlanan reklamlarda sunulan evler ve hediye seçenekleri sayesinde, kadının hayatını anlamlı kılacak şeyin önce annelik, sonra ev işleri olduğunu bir kez daha anlıyoruz -şimdi yazarken emin olamadım, ‘evin erkeği’nin arzularına göre belki bu ikisinin önem sırası değişebilir.

***

Tam da Anneler Günü haftasında -3 Mayıs günü- çarpıcı bir feminist roman satışa sunuldu. Benim de elektronik ortamda edinip okuduğum When Women were Dragons (Kadınlar Ejderhayken), neredeyse tüm canlılar âleminde paylaşılan üremeyle ilgili bir biyolojik özelliğin varoluşsal unsur olarak öne çıkarılıp dayatılmasına karşı çok güzel bir yazınsal başkaldırı örneği. İkinci Savaş sonrası beliren tüketim ve Soğuk Savaş odaklı dünyanın ortasına yerleştirilen romanın öyküsü şöyle gelişiyor:

25 Nisan 1955 Pazartesi günü, tahminen saat 11.45-14.30 arasında, ABD’de yaşayan 642.987 (altı yüz kırk iki bin dokuz yüz seksen yedi) kadın, ejderhaya dönüşürler. Hepsi evli ve çocukludur. Bazıları ejderhaya dönüştükten hemen sonra zorba kocalarını yakarak küle çevirir, bazıları ‘yuva’ adlı hapishanelerini yakar. Hiçbir çocuk ve kadının zarar görmediği bu dönüşümden sonra, bu ejder-kadınlar uçarak gökyüzünde kaybolur. İnsansız adalarda ortaklaşa yaşadıklarına, kimsenin ayak basmadığı dağ zirvelerine veya karanlık ormanlara yerleştiklerine, uzay boşluğunda sonsuz bir özgürlük uçuşuna çıktıklarına dair pek çok söylenti ortaya çıkar, ama gerçekte ne olduğunu kimse bilmemektedir. Sonra müthiş bir şey olur, bu kadınların geride bıraktığı kız çocukları, kendi ejderha olabilme yeteneklerini keşfederler. Biz bu olaylara, ‘kitlesel ejderleşme’ (mass dragoning) sırasında 8 yaşında olan, büyüyünce özgür bir bilim insanı olarak ‘ejderleşme’ üzerine çalışan Alexandra’nın (onun seçtiği haliyle, Alex’in) anı ve araştırmalarıyla tanıklık ederiz.

Romanda anlatılmıyor ama bu ejderhalar ‘hapishane’yi yakmaya büyük olasılıkla tost makinelerinden, elektrikli süpürgelerden, ütülerden başlamıştır. Yansımalarının görünmediği televizyonları da sona bırakmışlardır sanırım…