Bazen senden 40-50-100 yıl önce yaşamış biriyle tanışıyorsun bir tesadüfle arkadaş oluyorsun onunla.

Bazen senden 40-50-100 yıl önce yaşamış biriyle tanışıyorsun bir tesadüfle arkadaş oluyorsun onunla. Belki etrafında yaşayanların çoğundan daha iyi anladığını hissediyorsun seni. Çağını nasıl aştığını anlıyorsun onun. Garip bir rahatlama duygusu sonra. Öleceğini bilerek yaşamanın ızdırabını hafifleten bir rahatlama. İki yüz, üç yüz, 1.000 yıl sonra bir satırda rastlıyorsun onun izine, bir taş binada, bir rakamda, taşa kazınmış bir resimde, bir heykelde, bir binanın görkeminde. Hayatta değil o kişi. Yazdıklarına gezdiriyorsun gözlerini yaptıklarına ve ardında bıraktıklarına. Bir kafanın ve yüreğin kapıları açılıyor sana. Taşlara kitaplara resimlere yansıyandan izini sürüyorsun. Bazıları da izlerini hikayelere bırakmış, insanların ağızlarından akıp zamanı aşan. Efsanelere dönüşen. Ama zamana ve unutmaya direnen, takılıp kalan insan hafızalarında. Kimi kölelerin isyanını örgütlemiş, kimi köylülerinkini. Kimi bir maden ocağını, yani o bildiğiniz cehennemi dünyayı cennete çevirebilmenin kaynağına dönüştürmüş. Kimi bir sendika kurmuş. Binlerin hayatını değiştirmiş. Binlerin hayatının değiştirirken bir tesis inşa etmiş. Sonra o tesis, orayı mümkün kılan, emekleri, alınterleri ve mücadeleleri ile mümkün kılan işçilerin “üniversitesi” olmuş. Güneşli sabahlarda yoksul ve onurlu işçilerin odalarının kapılarına, çocukları için bila bedel bir şişe süt bırakmayı ihmal etmeyen bir üniversite. Başka bir hayatın tahayyülü. Denize bakıp düşünüyorum bütün bunları. Denize baktığım yerde bir açık hava sineması varmış. İşçilerin yaz akşamlarında, hayatın yorgunluğunu bir kenara attıkları, bir makine parçasına dönüştürülmeye olan isyanlarını ayışığının altında deniz sesi ve yakamozların serinliğinde dinlendirdikleri yazlık sinema. Sinemayı hayal ediyorum, arka sırada çekirdek çitleyenlerden biri olmayı düşlüyorum. Sonra acaba çekirdek çitlenir miydi diye bir korku düşüyor içime. Yani o politik tartışmaların içinde gayri ciddi olmaz mı? Gülüyorum kendime. Masaya dönüyorum. Burada, masadaki mütevazı insanlar ve onların sıra dışı hayatları. O tahayyül tahrip edilse de insan hafızası o “nisyan” ile malül olan hani, bu iddiayı tersine çevirircesine döküyor bu insanların ağızlarından bir tarihin hikayesini. Tesise adını veren adam diriliyor, katledildiği yerden. Kanlı canlı karışıyor dünyanın 56 ülkesinden gelen işçilerin ve kadınların arasına. C bloğun taşlarını taşıdığı yerden, inşaattan, taaa baştan yani devam ediyor işine. Hayır onu öldürmek işe yaramamış işte. İnsanların kafasına kumlara sokmak, karadan ve denizden çıkartma yapıp burayı ele geçirmek, Kuzgun Acar’ın eserlerini söküp hurdaya satmak, işkence, elektrik, soğukta bırakma, hapis, dayak sökmemiş.

.

DİSK/Birleşik Metal İş Kemal Türkler Eğitim ve Dinlenme Tesislerindeyiz. Beni düşüncelere daldıran yer burası. İçinde bir hayaletin kol gezdiği, bir ruhun dolaştığı mütevazı tesis. Binalara, kapının önündeki nisan ayında geldiğimde henüz yavru olan, şimdi beş yavrunun sorumluluğunu taşımaktan onurlu Çakır, Canku ve Tombik’e bakıp, etrafındaki kalabalalığa karışıp bunları düşünüyorum.

Temiz Giysi Kampanyasının Uluslararası Forum’u için dünyanın elli altı ülkesinden gelen iki yüz elli konuğun içindeyiz. Renkleri rengimize dilleri dilimize karışıyor. Herkes bir internet sitesi aracılığı ile örgütlediği toplantısının, programının peşinde. Aynı anda on beşe yakın yüzyüze, onarlık beşerlik gruplar halinde toplantılar yürüyor. Bunca farklı dilden ülkeden gelenekten insan yarın nasıl ortak hareket ederiz diye bir yol bulmaya çalışıyor. Dertler o kadar somut gerçek ve can yakıcı ki, kimse yüksek perdeden “teori yapma”ya yeltenmiyor. Pharam Rom’la konuşuyoruz. Ufacık tefecik narin bir kız çocuğunu andırıyor. Ama hayır görünüşe aldanmayın. Kamboçyalı bir dev o. Hayat diye dayatılan canavarla boğuşan bir dev.  İki yaşında bir oğlan annesi. Fotoğrafları çıkıyor çantasından, oğlunun.”benziyor mu bana?” diye soruyor tercümanını dürtüp. Sonra alnını işaret ediyor “alnı aynı babası.” Altı bin kişinin çalıştığı bir tekstil fabrikasından kalkıp geldi Pharam. Üç aylık sözleşmelerle çalıştıklarını anlatıyor fabrikalarda. Dünyanın en büyük markalarına mal üretiyorlar. Eğer bu üç ayda yeterince kölelik yapabileceğine karar verirlerse patronlar, sınırsız fazla mesaiye, kötü mualeye, berbat çalışma koşullarına gıkını çıkarmayacağını kanıtlarsan yani, üç ay daha faturalarını ödeme ya da evdeki iki yaşındaki oğluna ekmek götürme şansı! var. Fabrikada iki sendika var: eskisi ve yenisi. Eskisi patronun sendikası. “Baskı yapıyor bu sendika bize” diyor Pharam. Yenisinde sorun yok mu? Onda da var. Ama en azından işçi sendikası. Gönen Devlet Hastanesi’nin koridorunda konuşuyoruz bunları. Pharam’ın zaten işteki tozdan hassaslaşmış gözleri saatler süren uçak yolculuğuna, iklim değişikliğine dayanamamış. Izdırap veriyor ona. Bizim gibi insanların içindeyiz; Pharam gibi, benim gibi. Kuyrukta bekliyoruz. kapasitesinin çok üzerinde iş gören hastane personeli yoğunluktan bunalmış. Kuyruktaki Pharam’ı fark eden ilk kadınlar oluyor. Onlar da kuyrukta bekliyorlar ama onun haline üzülüyorlar. Bir sürü soru peşinden. En öne geçiriyorlar sonra onu. “belki birgün Kamboçya’ya gidersek” diyorlar gülerek. Doktor hızlı becerikli güleryüzlü. Dönüyoruz toplantılara, minibüsümüzün arkasında “ekolojik üretici”Ali ve İbrahim Abi’lerin gönderdiği meyveleri dişleyerek. Hem tesis hem de forum için anlatacak daha çok şey var. Ama şimdi gitmeliyim. Zira Bandista “haydi barikata!” diye beni çağırıyor. Atölyelerin başladığını haber veren şarkı bu. Haydi barikata haydi barikaaata! Ekmeeek adalet ve özgürlük içiiiin!!!!