Batı’da 1970’lerin ortalarından itibaren etkili olmaya başlayan neoliberalizm, esas olarak ekonomiyle siyasetin ayrıştırılmasını ve devletin ekonomiye müdahalesinin en aza indirgenmesini talep eder, böylelikle piyasa kendiliğinden daha sağlıklı bir şekilde işleyebilecek, ekonomi teknik bir mesele haline gelecektir.

Ekonomi ile siyasetin ayrıştırılması ve ekonominin teknik bir mesele haline getirilmesi, bu süreçte partileri de işlevsiz hale getirmiştir; çünkü düzen siyasetinin ister sağında ister solunda yer alsınlar, siyasi partiler iktidara geldiklerinde aynı ekonomi politikalarını uygulamakta, yani neo-liberal programa sadık kalmaktadırlar. Hatta İngiltere’de Tony Blair döneminde İşçi Partisi, neoliberal politikaları kendisinden önceki Muhafazakâr Parti hükümetinden çok daha iştahlı bir şekilde uygulamış, sosyal devletin tasfiyesi sosyal demokrasi eliyle gerçekleştirilmiştir.

Siyasetin apolitikleşmesi ve ekonominin teknik olarak nasıl yönetileceğine indirgenmesi, yani ekmeğin nasıl bölüşüleceğine dair o en temel sorunun siyasetten dışlanması ve bunun bütün partiler için geçerli hale gelip aralarındaki farkı azaltması, uzunca bir süre batı toplumlarını seçimlere ilgisizliğe ve siyasetten uzak durmaya itmiştir. Ancak verilen tek tepki bu değildir, son örneğini Fransa seçimlerinde gördüğümüz üzere kitleler, kendilerine siyaset vaat eden ve argümanlarının önemlice bir bölümünü sosyalist soldan devşiren sağ popülist partilere yönelmektedirler. Le Pen belki başkan seçilememiştir ama aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin oyları ciddi ölçüde artmıştır.

Aynı durum ABD için de geçerlidir, başta mavi yakalılar olmak üzere ABD işçi sınıfının önemlice bir bölümünün ve genel olarak ABD alt sınıflarının Trump’ın sağ popülizminden etkilendikleri görülmektedir. Seçim sürecinde Demokratlar’ın arasındaki adaylık yarışında Hillary Clinton’a meydan okuyan Bernie Sanders ise ABD siyaseti için hayli solda yer alan bir isimdir. Yani ABD toplumunda da, neoliberalizme karşı el yordamıyla da olsa hem sağda hem de solda birtakım alternatif arayışlarının sürdüğünü söylemek mümkün görünmektedir.

Neoliberalizm ve sağ popülizm ilişkisi açısından bakıldığında AKP ilginç bir örnektir. AKP, bütün bir 80’li ve 90’lı yıllara yayılan neoliberal politikalara verilen bir tepkinin ürünü olarak ortaya çıkmış, özellikle 2000 ve 2001 krizleri, halkın neoliberalizme “bilinçsiz bir sınıf bilinciyle” verdiği tepkiyi beraberinde getirmiş, o tepki 2002 seçimlerinde koalisyon ortağı partileri baraj altına iterken AKP’yi tek başına iktidar yapmıştır. AKP, sağ popülist bir söylemle, neo-liberal politikalara karşı kalkınma, adil gelir dağılımı vb. söylemlerle iktidar olmuş, ancak aynı anda hem neoliberal politikaları eskisinden çok daha yoğun bir şekilde devam ettirmiş, hem de sağ popülizmin en iyi örneklerini sunmuştur, ilginçlik de bu ikisini aynı anda becerebilmiş olmasıyla ilgilidir.

AKP bir yandan ülke tarihinin en büyük özelleştirmelerini gerçekleştirirken, taşeron çalışmayı istisna olmaktan çıkarıp kural haline getirirken, bütün bir ekonomik hayatı sermaye lehine tanzim ederken, yani neo-liberal programı sadakatle uygularken, öte yandan kurduğu sadaka mekanizmalarıyla, tarikatları, cemaatleri devreye sokmasıyla, yardım dernekleriyle, kayıtdışı istihdam biçimleriyle ve hepsine ek olarak dinsel ve milliyetçi bir söylemi kullanarak süreklileşmiş bir “dost-düşman” ayrımı üzerinden kitleleri seferber etmesiyle sağ popülizmi siyasetinin merkezine yerleştirmiş ve üstelik bunda başarılı da olmuştur.

Sağ popülizmin iktidardaki erken örneklerinden biri olan AKP, Erdoğan’ın partinin başına resmi olarak geri döndüğü şu süreçte tüm dünyada yükselişte olan sağ popülizm rüzgârını arkasına almak istese de, bu o kadar kolay görünmemektedir. Çünkü bir yandan ekonomide deniz bitmekte, ekonomi yönetimi giderek bir kriz yönetimine dönüşmektedir, artan işsizlik, özellikle genç işsizlik, aynı anda enflasyon artışı ve ekonomik durgunluk gidişatın nereye doğru olduğuna dair önemli ipuçları vermektedir. Öte yandan mağduriyet ve hamasetin karışımı olan söylem de sallantıdadır, çünkü içeride ve dışarıda kullanılabilecek bütün malzeme neredeyse tükenmiştir ve bu nedenle şapkadan tavşan çıkarma arayışları, “yeni bir hikâye yazmak” adı altında gündemdedir.

Meselemiz elbette ki oturup bu tükenişi izlemek değil, bizim kendi hikâyemizi nasıl yazacağımız ve o hikâyeyi nasıl büyütüp çoğaltacağımızla ilgilidir. Geniş halk kitleleri giderek yoksullaşırken, milyonlar açlık ve yoksulluk sınırında yaşıyorken, işsizler ordusuna her gün binlerce genç eklenirken, siyasetten dışlanan “Ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusuna vereceğimiz yanıt, bu hikâyenin özünü oluşturacaktır. Otoriterleşmeye ve gericileşmeye karşı mücadele ile ekmeği bölüşmeye ilişkin mücadelenin belki de ilk kez böylesine iç içe geçtiği, belki de ilk kez bütünsel bir mücadelenin zemininin ortaya çıktığı bir zaman dilimindeyiz. Tam da bu nedenle yazılmayı bekleyen bir hikâye var. Başarabilir ve o hikâyeyi yazabiliriz.