Ejder Meyveli Smoothie (Chia tohumu eşliğinde), Efuli (Liçi meyvesi eşliğinde), Aloevera (Starex meyvesi eşliğinde), Orman Meyveli Special, Bahçe Naneli Limonata, Pataşur içerisinde Çerkez Tavuğu, Zencefilli Somonlu Suşi, Tartalet içerisinde Antakya usulü Humus, Susamlı Levrek Simidi, Aydın usulü kuzu çöp şiş...

Bırakın tadını bilmeyi, çoğunun adını bile yeni duyduğumuz bu yiyecek ve içecekler 30 Ağustos’ta Saray’da düzenlenen resepsiyonun menüsünden. Geceye davetli gazetecilerin aktardığına göre Cumhurbaşkanlığı Sosyal Hizmetler Müdürü bu liste için gazetecilere şöyle demiş: “Bunu, ‘Milletin evinden ikram’ gibi bir konsept olarak düşündük.”

“Milletin evi”nin davetlileri arasında “millet”ten pek kimse olduğunu sanmıyoruz, “millet”in bu yiyecek ve içeceklerin adını ve tadını bildiğini de… Ama olsun, Cumhuriyet gazetesi okuru emekli öğretmen Ahmet beye, Ayşe hanıma “elit”, bin odalı saraylarda yaşayıp bunun üzerine ezan, bayrak, Kuran hamasetini örtenlere “milletin adamı” demeye devam edelim. Dillerine Cumhuriyet balolarını, smokini, tuvaleti, vals yapmayı dolayanların nasıl sefahatin, lüksün ve görgüsüzlüğün ete kemiğe bürünmüş temsilcilerine dönüştüklerini hiç mi hiç sorgulamayalım, “aynı gemideyiz” safsatasına inanmaya devam edelim.

•••

Nedir acaba bu kuş sütü eksik saray sofralarının esbabı mucibesi? Ekonomik kriz bu kadar alenileşmişken, yoksulluk, işsizlik, hayat pahalılığı alıp başını gitmişken, bu sofraların, bu ihtişamın, bu lüksün halkın gözüne gözüne sokulmasının ve üstelik bundan çekinilmemesinin nedeni nedir?

Kurdukları rejimin sembolünün saray olmasının tesadüf olmadığını, o sarayın cumhuriyet idaresinin değil, monarşi hevesinin, saltanat özleminin yansıması olarak inşa edildiğini görürsek, bunu fark edersek, sorunun yanıtını verebiliriz sanıyorum.

Sahiden de kendilerini yeni bir rejimin -bir cumhuriyet rejiminin değil ama- adı konulmamış bir monarşinin kurucusu olarak görüyorlar, kendilerini Osmanoğulları hanedanıyla özdeşleştiriyorlar, kendilerinin “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olduğuna inanıyorlar. İşte bu yüzden ülkeyi Saray’dan ve bir hanedan misali ailecek, damatlarla, dünürlerle, veliahtlarla yönetiyorlar. İşte bu yüzden o ihtişamlı sofraları kuruyorlar. İşte bu yüzden itibardan tasarruf etmiyorlar.

Abuk subuk Osmanlı dizileriyle beyinleri süngere çevrilmiş, gösteriş ve lüksün bir devletin gücünü gösterdiğinde inanan, “cihan devleti” olmayı böyle bir şey sanan, yurttaş olmaktan çıkarılıp tebaaya dönüştürülmüş, o sofralara oturması, o kapılardan girmesi imkânsız milyonlar da bu saltanat piyesini, bu Osmanlı karikatürünü güçle özdeşleşerek ve güce taparak, keyifle, hazla izlemeye devam ediyorlar. Asla parçası olamayacakları bir fantezi evrenine bu tapınmayla, bu keyifle dâhil olmaya çalışıyorlar.

•••

Hayaller “cihan devleti” ama ya gerçekler? Gerçekler 21. Yüzyılda ve başta başkentin hemen dibinde olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde, yedikleri kurban etinden şarbon hastalığına kapılan insanlar, karantinaya alınan köyler, imha edilen hayvanlar… Tıpkı başka bir sürü şeyde olduğu gibi, şarbonda da bize sunulan fantezi evreninin hakikat duvarına toslaması, bütün o saltanat, hanedan, monarşi hayallerinin tuzla buz olması var, yeni rejimin hakikatinin bizzat kendisi var.

Ne mi o hakikat? Türkiye hayvancılığını bitirme ve dışarıdan et ithaline bağımlı hale gelme, denetimsizlik, tedbirsizlik, sırf siyasi ilişkileri ayakta tutmak için yapılan ticaret, halk sağlığını önemsememe, tek bir kişinin dahi sorumluluk alıp istifa etmemesi…

Ne mi o hakikat? Saray’da bir tek kuş sütünün eksik olduğu sofralar kurulurken halka şarbonlu etlerin reva görülmesi ve buna “vatandaş ete doydu, balığa yöneldi” şeklinde haberlerin yapılabildiği bir haysiyetsizliğin eşlik etmesi, ar ve hayâ duygularının yitirilmesi, kurumların, medyanın, düzenin baştan aşağı çürük et misali kokması…

•••

Saray’ın menüsüyle enflasyondaki patlamanın aynı günlere denk geldiği, birilerinin zencefilli somonlu suşi yerken birilerinin şarbonlu et yediği zamanlardan geçiyoruz; ihtişamla sefaletin, akıl almaz bir zenginlikle akıl almaz bir yoksulluğun iç içe geçtiği zamanlardan… Tüm bu çürümeye ise korkunç bir sessizlik eşlik ediyor, felç edilmiş bir toplum her şeyi sessizce ve biraz da “inceldiği yerden kopsun” hissiyle izliyor. Bu sessizliğin bitmesine, bir sese, yan yana gelen ağızların “yeter artık” diyen bir sesi yükseltmesine ihtiyacımız var. Sustukça çürümeye, çürük et gibi kokmaya devam edeceğiz çünkü.