İnsan, ayaklarının üzerinde doğrulduğundan bu yana elinde de bir bitki tutmaktadır şüphesiz. Anadolu topraklarında buğday olabilir

İnsan, ayaklarının üzerinde doğrulduğundan bu yana elinde de bir bitki tutmaktadır şüphesiz. Anadolu topraklarında buğday olabilir bunun adı Asya’da pirinç, Latin Amerika’da mısır. Ve binlerce değişik tür bitki ardından gelir bunların. Tarım dediğimiz de yalnız bunları belirli alanlara hapsetme işi değildir şüphesiz.
Bitkilerle kurulan daha uzun vadeli, yaşamsal, daha derin bir ilişkiden bahsetmek gerekir. Ve belki kadınların doğayla giriştikleri en stratejik işbirliğidir bitkileri ehlileştirme, geliştirme işi. Hangilerinin tohumluk olduğunu seçme, uygun zamanı beklemek tohumu almak için onu yeni mevsim için bozmadan saklamak, sonra toprağa tam zamanında geri verme, toprağın üzerine çıkması için gerekli ortamı sağlama, boy atması, meyve vermesi için destekleme... Ve sonunda yeniden aynı döngü. Tabii bir de tohum olmayanlarla besleme ev nüfusunu. Elde edilen ürünü işleyip yenebilecek, saklanabilecek hale getirme. Uzun serüveni kadınların buğday tohumundan ekmeğe uzanan süreç misal kendi coğrafyamızda. Hem gerçek hem mecazi anlamları ile ekmek kavgası yani!
‘Mİllet yİyecek ekmek bulamIyor!’
Oysa bir süredir bir genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) tartışmasıdır gidiyor. Bazıları bu tartışmada çok “solcu” bir tavır alıp, emekçilerin sözcülüğüne soyunuyor. “kardeşim millet yiyecek ekmek bulamıyor siz neyin peşindesiniz?” sorusuyla koskoca bir tartışmanın en azından bir tarafını “küçük burjuvalıkla” mahkûm edip bir köşeye fırlatıyor. Bu arada bir de “GDO meselesini kafaya takmış olanların” “teknoloji-gelişme düşmanlıkları da, gericilikleri de havalarda uçuşuyor. Sermayenin safındakilerin de benzer suçlamalarla saldırmaları ayrı saflarda olduklarını düşünenlerin ruh ikizlikleri ayrıca ironik. İroniyi bir kenara bırakıp, bir yerinden seziyoruz; bu da bu ekmek kavgasının bir parçası ama neresinden?
Eşek Hıyarı
İnsanın binlerce yıllık tarım serüveninde tohumların günden güne en iyilerinin seçilmesinden en verimlilerin tohuma ayrılmasından bahsetmek mümkün, ıslahtan bahsetmek mümkün, melezlerden bahsetmek mümkün. Ama genetiğini değiştirmenin bunlarla hiçbir ilgisi yok. Çünkü bu yöntemlerin hiçbirinde bir hayvandan gen alıp bitkiye aşılayamazsınız. Siz hiçbir eşekle bir bitkinin mesela hıyarın melezlendiğini gördünüz mü? Eşek hıyarı var! diyenler olur mu bilmem ama o eşeğin ve hıyarın genetik bir karması değil şüphesiz! Ama GDO’nun yaptığı tam olarak bu. Mesela en bilinen örneği olan domates. Domatese soğuk denizlerde yaşayan bir balığın genini aktarıyorsunuz alın size soğuğa dayanıklı domates. Neden? Domates sıcak iklimlerde yetişse ya, binlerce senedir olduğu gibi. Biz de kokusu ve tadı olan gerçek domates yemeye devam etsek? Yok bu soruyu sormayın zülfiyare dokunursunuz. Önce zaten biz iklimlerin canına okuduk, sıcak iklim soğuk iklim diye bir şey kalmadı. Bir de bu meselenin raf ömrü var. Rafa konan domatesler taş gibi tornadan çıkmış gibi olmalı yoksa üreticiden bire alıp bize ona çöp kakalayan ve gıda egemenliğini elinde tutan şirketler zarar ediyor. Hadi aklınızdaki tüm soruları savdınız, balıklı domatesi aldınız yediniz. Ne oluyor ondan sonra. Balığa alerjiniz varsa yandınız, artık bayılır mısınız kaşınır mısınız bilemem. Doktora gidince domates yedim de ondan oldu demeyin boşuna. O domatesin içinde balık vardı çünkü. Benim balık alerjim yok yiyeyim mi derseniz, GDO’lu mısırdır, domatestir, şeker şurubudur, soyadır bunların “küçük” sağlık risklerini kısaca hatırlatmak isteriz. GDO’lu şirket Monsanto’nun basına sızan iç raporuna göre GDO’lu gıda ile beslenen farelerin iç organları değişime uğruyormuş, başka araştırmalar da ilk nesillerde genetik bozukluklar, üçüncü nesilde açık ve net şekilde kısırlıktan bahsediyorlar. Daha acısız mı bilinmez ama daha kısa sürede öldüreni de var…
BİR Hint Hikâyesi
Hindistan’daki çiftçiler tarih öncesinden beri pamuk üretiyor. Derken Monsanto diye bir şirket çıkageliyor, zaten hali hazırda fakir olan Hindistanlı çiftçilerin karşısına. Bir dünya devi. Parası ile binlerce temsilcisi ile yayılıyor Hindistan kırsalına. “Sihirli tohumlar” getiriyor avucunda; Bt cotton. Monsanto temsilcileri köylülere, bu tohumların “kendilerinin eski, geleneksel, az gelişmiş ve de köylü” tohumlarından çok çok daha verimli olduğunu söylüyorlar. Hem “bu tohumlar ne ilaca ne gübreye ne suya ihtiyaç duyar diyorlar, pamuğu yemeye gelen kurtların canına okur”. “Yalnız sizin eski tohumlardan birazcık pahalı!” şöyle ki 100 gramı 24 lira. Geleneksel tohumlar? Aynı para ile geleneksel tohumlardan Monsanto tohumunun- yanlış yazmadık- 1000 katını alabiliyorsunuz. Bir de nedendir bilinmez ya da nedeni malum şekilde aynı dönemde Hindistan hükümeti geleneksel tohumların kendi tohum bankalarından satılmasını yasaklıyor. Bu arada Hintli çiftçimiz devasa bir hasatla zengin olmanın en azından tüm borçlarını kapatmanın hayalini kuruyor. Sonuç? Hindistan’da GDO’lu pamuk ekili tarlalar bir yılda iki katına çıkıyor, 17 milyon dönümü buluyor. Ama “küçük bir sorun” oluyor: Monsanto’nun “sihirli” tohumlarının sihir kısmını bir pamuk kurdu yiyor, Monsanto’nun tüm iddialarının tersini kanıtlamak için belki. Minicik bir kurt işte. Sonra bu sihirli tohumlar iki kat su istiyor gariban çiftçilerden. Su ve kurt derken çiftçiler hiçbir ürün hasat edemiyorlar tarlalarından. Çareyi tefecilerden borç almakta buluyorlar hayatta kalmak için. Bir de üstüne bir sonraki sene ekecek tohumları yok bu kez ellerinde. Geçmişte olsa ellerinde bir miktar tohumlukları kalırdı. Ama GDO’lu pamuğu bir daha ekemezsiniz. Çünkü GDO’lu tohum kısır tohumdur, terminatör tohumdur. Ne yapacaksınız? Monsanto’dan yeniden tohum alın(!) Sonra Hintli çiftçilerin intiharları. “Biz bittik!” diyor intihar eden bir çiftçinin karısı. 38 yaşında. “Yalnız 100 gram bt cotton aldık, hasat iki kere çöktü. Kocam depresyona girdi. Tarlaya gitti, uzandı ve böcek ilacı içti.” Yalnız o mu? Yalnız Suresh Bhalasa mı? 1997 ile 2010 arası 200.000 köylü aynı Suresh gibi intihar etti. Yani Hindistan hükümetinin 1998’de Dünya Bankası’nın baskısıyla Hindistan hükümeti piyasalarını GDO’lu şirketlere açmasından ve GDO ile ilgili düzenlemesinin tarihinden başlayarak... Monsanto’ya sorarsanız köylülerin patlayan borçları “bu trajedideki faktörlerden biri,” diğer sosyal problemler mesela alkol bağımlılığı bu intiharların sebebi. Yani bu köylüler hem cahil, hem fakir, üstüne bir de sarhoş(!) Monsanto ne yapsın?!
Bunu niye mİ anlattık?
Çünkü hikâyenin her iki yanında biz varız; kurbanlar olarak. İster şehirlerde, fabrikalarda, işliklerde, dairelerde, ofislerde ömür tüketelim ve GDO’lu gıdaları satın almak zorunda kalalım, ister toprakta çalışıp bunları üretmeye zorlanalım. Ve dünyanın her yerinden anlatacak binlerce felaket öykümüz var GDO’ya dair. Peki, GDO’lu ürünlerin üretilmesi kararını kim veriyor? Bundan kazancı olanlar ve onların hizmetkârları. En son Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı bünyesinde, genetiği değiştirilmiş ürünlerin değerlendirilmesi için kurulan “Bilimsel Komite!” "30 GDO'lu ürünün değişik amaçlar için kullanılmasının uygun olacağı" yönünde fikrini bildirdi. “3 kolza, 1 şekerpancarı, 1 patates, 6 pamuk çeşidi ile 1 bakteri biokütlesi ve mayanın değişik amaçlarla kullanılmasına” izin veriyorlar yani. “Türkiye’de bu türlerin yabanileri bulunmadığından gen kaçışının önlenmesi için tedbirlerin alınması” önerisinde bulundular üstüne. Bu tedbirler işçiler için aldıkları işçi sağlığı-iş güvenliği tedbirlerine benzerse vay halimize!... Yani? Yıllardır bilmeden tükettiklerimizi saymazsak GDO “resmen” eşiğimize adımını attı ve eşikle kapının arasına ayağını koydu. Mesele, o ayağı oradan çektirip suratına kapıyı nasıl çarpacağımız sorusunun cevabında. Bu iş ciddi, bu hepimizin birden ekmek kavgası. Zira ekmeğimizi çalmanın bir tek yolu yok ne yazık ki…