Ekmek mi silah mı? Barış mı savaş mı?

S-400’ler ve F-35’ler konusu teknik anlamda tüm detaylarına kadar tartışıldı. Rus savunma füzelerinin NATO silahlarıyla uyumu ya da uyumsuzluğu ve teknolojik bağımlılığın ulusal savunma açısından getireceği sakıncalar üzerine “uzman” görüşleri ileri sürüldü. Bütün bunlar bir yana kamuoyu da bu konu etrafında ikiye bölündü. Bir yandan S-400 alımı anti-emperyalizm olarak sunulurken diğer yandan Türkiye’nin Batı’dan kopmasının getireceği felaket senaryoları üzerinde duranlar oluyor.

Bu tartışmanın iktidar blokunun içine girdiği çöküş süreciyle de bağlantılı olarak tartışma konusu olmaya devam edeceği görülüyor. Bu konuda doğru bir tutum izlenmesinin muhalefet hareketi açısından taşıdığı önem de ortada.

Uzunca bir süredir siyasal İslamcı bir rejim altında yaşayan ve bunun bütün sonuçlarıyla karşı karşıya kalan kesimler içinde iktidarın Batı ile özellikle de ABD ile bu konuda karşı karşıya gelmesinin yaratacağı krizden medet umanların olması gerçekten de şaşırtıcıdır. Her şeyden önce siyasal İslamcı rejimin gelişip güçlenmesinin bir Batı konsepti olduğu unutuluyor.

Türkiye’nin siyasal rejimi esas olarak Batı’nın yarı-sömürge ülkeler için geliştirdiği sömürge tipi demokrasi ( sömürge tipi faşizm) içinde şekillenmiştir. Zaman zaman askeri darbeler yoluyla açık bir baskı rejimine dönüşen zaman zaman da nisbi demokrasi ögeleri taşıyan bu rejimin ana yönelimi her zaman özgürlükçü demokratik ve devrimci akımların baskı altına alınması oldu. Her türden sağcı, İslamcı, gerici akım bu ortamda geliştirildi.

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun kanat ülkesi olarak bir Amerikan üssüne dönüşen Türkiye’nin dışa bağımlı çarpık kapitalizmi uluslararası gelişmelere bağlı olarak değişimler gösterse de her zaman antidemokratik bir rejimin altyapısını oluşturmuştur. Komünizmi önleme adına özel harp dairelerinden sivil milislere uzanan bir örgütlenme, esas olarak Batı emperyalizminin bir ürünüdür.

BATI VE ‘DEMOKRASİ’

Benzer bir duruş siyasal İslamın da “ılımlı islam” kavramıyla desteklenerek iktidara taşınması açısından da geçerlidir. Üstelik siyasal İslamcılık devlet ve toplum düzeninde bir takım değişimler gerçekleştirse de esas olarak neoliberal politikaların gönüllü uygulayıcısıdır. Bütün bunlar düşünüldüğünde Batı blokunda kalınmasının demokrasinin ve özgürlüklerin garantisi olduğunun insan haklarının ancak bu şemsiye altında sağlanacağının ileri sürülmesi gerçekten de anlaşılmaz bir durumdur.

Hele hele ABD ile çıkacak bir krizin ve bunun yaratacağı kaos ortamından olumlu bir sonuç beklenmesini anlamak hiç mümkün değildir.

Batı, Türkiye’nin yakın tarihinde birçok kez müdehalelerde bulunmuştur; 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980) ve 15 Temmuz (2016) FETÖ darbesi ortadadır. Bunların hiçbirinin emekçi halklar açısından hayırlı sonuçlar vermemesi bir yana, bu tür müdahalelerden daima emekçi halk ve ilerici muhalefet güçleri zarar görmüştür. Son seçimler ancak halkın örgütlü gücünün bu gerici iktidara son verebileceğine dair bütün kanıtları ortaya çıkartmışken bir Batı müdahalesinden medet ummak gerçekten de bir aymazlıktır.

Bu iktidara karşı olmak hiçbir zaman bir ABD ya da Batı müdahalesinden medet ummayı gerektirmez. Tam tersine halkın kendi öz gücüne ve örgütlü mücadelesine dayanmayan hiçbir muhalefet anlayışı, özgürlüklerin, barış ve demokrasinin garantisi olmayacaktır.

Gelelim Türkiye’nin Avrasya yanlıları eliyle kamp değiştirdiği hikâyesine… Bugünkü iktidarın (aslında daha önceki bütün sağcı iktidarlar gibi) emperyalist devletler arasında gelgitlere dayanan politikalarının antiemperyalizmle hiçbir ilgisi yoktur. Mevcut iktidara antiemperyalist bir tavır atfedip onun kuyruğuna takılmanın da hiçbir anlamı yoktur.

YAPILMASI GEREKEN…

Türkiye kapitalizminin Batı emperyalizmiyle bağları, salt silah alımına indirgenemeyecek kadar derindir. Yapılması gereken şey, başta NATO olmak üzere emperyalist sistemle bütün bağımlılık ilişkilerinin tasfiye edilmesi, emperyalizmin empoze ettiği savaş ve silahlanma politikalarının yerine barış politikalarının egemen kılınmasıdır.

NATO’dan çıkan ama öyle Avrasyacılık gibi maceralara kapılıp yeni bağımlılık ilişkileri geliştirmeyen, ulusal savunmasını esas olarak silahlanma yarışıyla değil, bölge halkları arasında dostluk ve dayanışmayla kurmaya çalışan, bunun yolunu da özgürlükçü demokratik ve halktan yana bir iç rejim kurarak açan devrimci bir politika… Savunulması gereken doğru tutum budur.