“Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider sıçmaya!” sözünün üretildiği topraklarda yaşıyoruz ya, insan ister istemez tüketim kültürü konusunda azıcık da olsa bilinçli bir toplumla karşılaşmayı bekliyor. Ama heyhat, tahtırevana asılan asılana!

Tüketim kültürü dediğimiz şey insanın kendini fetiş metalar üzerinden yeniden tanımlaması anlamına geliyor. Bu sayede, mesela fakir olduğunuz halde çok pahalı bir Adidas ayakkabı giyiyorsanız -tabii orijinal olmak zorunda!- hangi semtte oturduğunuz, eğitim durumunuz, ana-babanızın sınıfsal konumu gibi doğrudan sizinle ilgili varoluşsal öğeler görünmezleşir. Ayağınızda ‘marka’yla dolaşırken, o ayakkabıyı giyebilmek için sekiz ay boyunca yağ-pas içinde çalışmış olmanız artık önemsizdir, çünkü o emek görünür değildir, görünür olan tek şey (imaj) Adidas’tır.
Çok tuhaf tabii; bu imaj mesela arkadaşlarınızın yanında hiç de anlamlı değil, çünkü onlar zaten sizin Etiler’de bir sitede değil Gültepe’de bir gecekonduda yaşadığınızı, Maslak Oto Sanayi’de çıraklık yaptığınızı bilmektedir. Bu gerçekleri bilmeyenleri ise Adidasınızla ancak onlarla tanışana kadar kandırabilirsiniz. Tanışma anından itibaren, yarattığınız imajdan yaşadığınız gerçekliğe doğru hızla yuvarlanmaya başlarsınız.

Bir kere bile araziye çıkmayacağı halde 4x4 cip alıp yakıt masrafına yetişemeyince LPG taktıran taşralı ‘işadamı’nın, patronun kızıyla aynı marka parfüm kullanmak için çırpınan sekreterin, en az üç-dört aylık maaşına denk fiyattaki telefonun imajı üzerinden kendisini yeniden biçimlendirmek için iki yıl boyunca taksit ödeyen kasiyer kızın trajikomik ülkesinde herkes tahtırevana bir yerinden tutunmaya çalışıyor.

Bu mantıkdışı imaj üretimideki konumumuz bizi Takiyettin Hoca’nın müthiş tespitinin zavallı bir örneğine dönüştürür: “İnsan kendisini saklar, başka türlü gösterir, gösterebilir… İnsanın kendisini sakladığı, olduğundan başka göstermeye çalıştığı, herkesin bildiği, karşılaştığı bir fenomendir. Günlük hayatta bu fenomenin sınırları içine giren yığınla örnek verilebilir: Bir iş alanı üzerinde konuşanlar, kendilerini birbirlerinden saklamaya, yapacakları işi, duruma göre, ya olduğundan çok küçük ya da çok büyük göstermeye çalışırlar. Bir satıcı bile, kendisinden bir şey satın almak isteyene, o şeyi olduğundan başka göstermeye çalışır. Siyasal alanda herkes, belli şeyler üzerinde konuşmamaya ya da hiç değilse, önemsiz olanı önemli, önemli olanı önemsiz göstermeye çalışır.” (Takiyettin Mengüşoğlu, “İnsanın Kendisini Saklaması Fenomeni Üzerine Antropolojik Bir Araştırma”, Macit Gökberk Armağanı -1983- içinde)

Ses akışı açısından hoş bir mesel çağrışımı yapan ama içerik yönünden tam bir mantıksızlık abidesi olan şu söze bakın: “Temsilde israf olmaz!”

Bir yerden mi duydu yoksa kendisi mi uydurdu bilmiyorum ama kaçaklığı yargı kararıyla tescillenmiş sarayı, Air Force One taklidi süper ‘başganlık’ jetleri, etrafındakilere ulûfe niyetine dağıttığı Mercedesleri başta olmak üzere aldığı her nefes lüks ve israf üzerine dönen bir adam bu sözü söylüyor ve imajı uğruna o harcamaların kaynağını oluşturan halkın emeğini görünmezleştiriyor. Gözünü iphone bürümüş ergenler gibi imaj peşinde koşan beyefendi meseleyi tamamen yanlış anlamış, işin aslı şudur: ‘İsrafla temsil olmaz’...

Bu ‘ekmek-pasta diyalektiği’dir; bir sarayın büyüklüğü ülkenin değil temelindeki sömürünün büyüklüğünü temsil eder; “Benim -BENİMMM!- makamımın temsili için hiçbir harcama israf değildir” diye düşünen saray sahiplerinin tarihteki yeri de bellidir -internette o kadar araştırmama rağmen Aksaray’da -İstanbul’da bir semt- kütüphane olup olmadığını bir türlü öğrenemedim ama eğer varsa, o kütüphanede dürüstçe yazılmış bir tek tarih kitabı bulunsa yeter; saray sahiplerinin tarihteki yeri o sayfalarda mutlaka yazılıdır. Mutlaka yazılıdır.