İklim krizinin etkilerini gündelik hayatta artan şekilde deneyimlediğimiz bir zamandayız. Hava sıcaklıkları ansızın 15 derece düşüp, aynı şekilde yükselebiliyor.

Bu değişiklikler anlık dengesizlikler olmaktan çok uzak. Bunlar, mevsimleri yok ederek göç, kıtlık, kuraklık, savaşlar, yoksulluk gibi ciddi ve geri dönülmez hasarlara da sebep olan bir krizin yansımaları. Kapitalist kâr güdüsünün en çarpıcı sonuçlarından biri olan iklim krizi, böylece dünyanın her yerinde milyarlarca insanın hayatını tehdit ediyor.

Bu tehdit, iklim politikalarının merkeze taşınmasını da beraberinde getiriyor. İklim politikaları konusuna karşı oluşan toplumsal hassasiyet, sermayenin ilgisini de buraya çekiyor. Bu durum, solun, iklim meselesi gibi eko-politikalara dair tutumunun önemini artırıyor. New Left Review’da yayınlanan “Sermayenin İklimleri Çevre-Aşırı Eko-Sosyalizm İçin” (Climates Of Capital For a Trans-Environmental Eco-Socialism) başlıklı makalesinde Nancy Fraser “bağımsız çevre hareketlerinin münhasır mülkiyeti” olmaktan çıkan iklim politikalarının, her siyasi aktör için üzerinde durulması gereken acil bir mesele olduğunu vurguluyor. Fraser, çevre hareketlerinin talep ve iddialarının izini sürerek, farklı politikaları bir araya getirebilen bir anti-kapitalist ve çevre-aşırı sağduyuya; eko-sosyalizm ihtiyacına işaret ediyor. Bir yanda genç iklim aktivisti kuşak, yanı sıra farklı ölçek ve hedefler temelinde süren küçülme, yeşil büyüme, iklim adaleti, müşterekler gibi hareketler ile yerli topluluklar, çiftçiler, köylüler, balıkçılar, göçerlerin mücadelesinde, gezegenin geleceği, ekosistemlere yönelik savurganlığa karşı, yaşam alanı veya geçim kaynağı savunusu gibi farklı politik söylemlerde ifade buluyor. Diğer yanda şirketler; iklim tehdidine karşı yükselen itirazı, yeşil dönüşüm, sıfır karbon, yenilenebilir enerjiye geçiş vb söylemlerle yeni bir birikim aracına dönüştürmeye girişiyor. Fraser, çevreci kılığında süren şirketlerin toprak çitleme süreçlerine, tekel rantının bu yeni biçimlerine karşı uyarıyor: “Eko-emtialardaki patlayan spekülasyondan hayli kar elde ederek, sadece ekonomik olarak değil, aynı zamanda küresel iklim rejiminin piyasa merkezli ve sermaye dostu kalmasını sağlamak için politik olarak da yatırım yapıyorlar.”

Çevre hareketleri için bilimsel olarak hemfikir olunan bu konuda, diyor Fraser, nasıl bir siyaset izleneceği konusunda bir o kadar farklılık olması, iklim krizinin bir politik kriz olmasıyla ilişkili. Tam da bu nedenle, iklim krizi, yeni politikaların üretimi için bir arayış alanına dönüşürken, ihtiyacımız olanın “mevcut fikir karmaşasını, geniş bir şekilde paylaşılan bir dönüşüm projesini yönlendirebilecek eko-politik bir sağduyu haline getirmek” olduğunu isabetli bir biçimde tarif ediyor.

Dahası Fraser, bunun, öncelikle iklim biliminin bulgularında, iklim değişikliğinin sosyo-tarihsel itici gücü olan kapitalizmin izini sürmekle mümkün olabileceğini hatırlatıyor. Buradan hareketle de eko-politik sağduyunun, sistem karşıtı bir temele yaslanması ve “sadece çevresel” olanı aşması gerektiğini... Kirizin ortaya çıkardığı tehdidin, toplumsal dinamiklerdeki izini sürecek yeni bir sağduyunun merkezi örgütlenme motifinin, anti-kapitalizm olması gerektiğini vurguluyor: “(...) yeşil hareketlerin, kendilerini, en azından prensipte gezegeni kurtarabilecek anti-kapitalizm merkezli bir karşı-hegemonik bloğun katılımcıları olarak konumlandırarak çevre-aşırı bir yöne dönmeleri gerektiğini öne sürüyorum”.

Fraser’ın, gerek şirketlerin bu alana olan ilgilerine dair tespitleri gerekse de önerdiği eko-politik hat oldukça can alıcı. Ülkemizde, hükümetin müthiş bir savurganlıkla ekosistemi yerle bir eden şirketlere destekleri, ve de deyimi yerindeyse “yeşil yatırımlar”daki artış ile bu yatırımlar için şirketler tarafından yükseltilen teşvik talepleri de düşünülünce nasıl bir eko-politika yapılacağı konusu önem kazanıyor. Nitekim, gezegenin geleceği, krizin yaratıcıları olan şirketlerin talepleri doğrultusunda belirlenecek imtiyazlara bırakılmayacak kadar ciddi ve acil bir sorundur.